28 Haziran 2018 Perşembe

GERÇEĞİ DEĞİŞTİRMEK



GERÇEĞİ DEĞİŞTİRMEK ile ilgili görsel sonucu


Merhaba Gönül Dostlarım,

İnsan oğlu için neyin Keyifli, Neyin İyi ve neyin anlamlı  olduğunu bilmek zordur. Bu üç vasfın tam olarak ne anlama geldiği konusunda insanlar arasında çok farklı görüş ayrılıkları olabileceği bir gerçek. Kişinin neleri ne kadar  isteyip neleri istemediği bu üç sıfat tam olarak  kişilere göre farklılık arz edebilir.
Gerçeğe, yani değiştiremeyeceğimiz şeylere evet demek, akıntıya karşı gittiğimiz yoldan dönüp suyun aktığı yöne akmaktır.
Psikoterapist David Richo otuz yıllık deneyimiyle özgür ve doyum içinde yaşamaya giden yola ışık tutuyor.
Hayatın bazı gerçeklerinden kaçınmamız olanaksızdır:

Her şey değişir ve sona erer
İşler her zaman planlandığı gibi gitmeyebilir
Hayat daima adil değildir
Acı hayatın parçasıdır
İnsanlar hep sevecen ve sadık değillerdir?

Bu gerçeklerle barışmak, onları kabullenmek? Peki, ama nasıl?
Koşullara "koşulsuz evet" demek, onları kucaklayıp fırsatlara dönüştürmek?
Tüm gayretimize karşın, neden çoğumuz temelde bir mutsuzluk ve hoşnutsuzluk duygusuyla yaşarız? 


Bugün  bir başka Belgin Eryavuz yazısı ile tekrar birlikteyiz.  Aşağıdaki yazının bizlere vermiş olduğu mesaj nedir? hep birlikte inceleyelim. 

Önce Kendinizi Sevin, sonra da Sevdiklerinizin, sahip olduklarınızın ve size değer verenlerin kıymetini bilin ki, Mutluluğunuz daim olsun... En iyi dileklerimle. Esen kalın... Unutmayın ki, sizin şikayet ettiğiniz yaşamınız, belkide  başkasının hayali olabilir.


KEYİFLİ – İYİ - ANLAMLI

Başlıktaki üç sıfat da pozitif enerjiler hissettiriyor insanda değil mi?

Üstelik her birini bir şekilde hayatı 
tanımlayan duygular olarak ele alırsak; 
bize yaşam hedeflerimizi gösterdiğini düşünebiliriz.

Gerçekten de hayatımızın asıl amacı; yaşamı daha KEYİFLİ hale getirmek, daha İYİ günler geçirmeye çalışmak ve ANLAMLI olan işlere imza atmak.

Peki bunu nasıl başaracağız?

Hayat üstümüze üstümüze gelirken, zorluklar çığ olmuş omuzlarımızı ezerken, insanlar sadece kendilerini düşünürken ve başkalarını gözü kapalı harcarken kolay mı?

Değil elbette. Ama umut var ya o UMUT. İşte ona sarılıyoruz en zorlandığımız anlarda.

İyi şeyler görmek, mucizelere tanık olmak istiyoruz zaman zaman.

Aslında ne görmek istersek onu görebiliriz. Bunun için yüreğimize onu yüklememiz yeterli.

Sevgiyle harmanladığımız o görüntüler, aşkla renklenince gündüzümüz de gecemiz de, aydınlığımız da karanlığımız da bir başka olacak. 
Buna kalben inanmak gerek.

İşte o zaman hayatın en keyifli anları birden şekil alacak gözlerimizin 
önünde. O keyifli anlarla oluşan anılarımız bize iyi günlerin çoğaldığını 
gösterecek. 
Ama sadece bunlarla sınırlarsak hayatımızı; bir süre sonra yetmez olacak.

Neden mi? Çünkü hayatımıza anlam 
katacak şeylerin eksikliğini 
hissetmeye başlayacağız.

Ne zaman ki anlamlı işler yapacak 
adımı atarsak; işte o zaman keyifli, 
iyi ve anlamlı hayatın kapılarını sonuna 
kadar açmış olacağız.

Farkında değiliz ama paylaşacak o 
kadar çok şeyimiz var ki.

İlk sırada sevgimiz var paylaşabileceğimiz. Sınırlandırmadan, 
önüne set çekmeden özgürce sunabileceğimiz. Ne kadar çok 
seversek, ne kadar çok dağıtırsak kalplerimiz o kadar 
çok sevgi üretecek çünkü.

Sonra gülümsemelerimiz var. En zor anlarımızda bile 
kullanmaktan çekinmeyeceğimiz içsel tepkimiz olmalı o da; 
hem kendimiz hem de etrafımızdakiler için.

Asıl mesele BASİT şeylerle yetinmeyi bilmek bana göre. 
Elbette bir de yaşamı yineleyerek değil, YENİLEYEREK yaşamak.

Yani yaşama hak ettiği değeri vermek. 
TAÇLANDIRMAK.

‘’Yaşam defterinin kalemi sensin. Gecikirsen 
yazan değil, senin adına yazılanları okuyan 
olacaksın unutma.’’ diyor Aret Vartanyan; 
‘İnsanız Ayıbı Yok’ imzalı kitabında.

Ne kadar doğru.

Elbette bunda başarılı olmak için önce
 kendimizi tanımamız gerekiyor. 
Keşfetmemiz. Yüreğimizde saklı kalan her ne varsa 
tutkular, arzular, hayaller işte onları bulup çıkarmak.

Ancak o zaman elimizdeki kaleme sahip çıkabilir, kendi 
hayatımızı istediğimiz gibi kendimiz yazabiliriz. 
Başkalarının müdahalelerine cesurca itiraz edebiliriz.

Bir anlamda duygularımızın eşzamanlı hareket etmesine,  yani 
sineztesi yapmasına olanak tanımış oluruz.

Uzmanların özellikle üzerine vurgu 
yaptığı pozitif, yapıcı düşünme 
becerimizi geliştirmek bunun için önemli.

Mutluluğun başlığımda yer alan 
bu üç boyutuna hakkını vermenin 
yolu buradan geçiyor.

Keyifli, iyi ve en önemlisi anlamlı 
hayatı yakalamamızın sırrı burada.

Cesurca atacağımız her adım bizi 
amacımıza kavuştururken, 
harcayacağımız zaman ve çabanın küçük de olsa 
bir şeyleri değiştirdiğini görmek; birkaç kişiye dokunduğunu 
hissetmek muhteşem bir duygu.

Yaşamı daha derinden hissetmek, mutluluğu iliklerinde 
hissetmek için bu birbirini tamamlayan üç duyguyu hiç 
unutmayalım. Olmaz mı?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.03.2018

Kaynaklar: www.safaknakajima.com.


Günün Sözü :

GERÇEĞİ DEĞİŞTİRMEK ile ilgili görsel sonucu











İbrahim Birol,  http://ibrahimbirol.blogspot.com.tr/
28 Haziran 2018,  Antalya-Turkey







25 Haziran 2018 Pazartesi

GARİP AMA GERÇEK...









Merhaba Gönül Dostlarım,

Söz yazılardan, yazarlardan ve kitaplardan açılmışken Türkçe adı ' Kayboluş' olan bir Roman ve Romanın yazarı Georges Perec' ten bahsetmek istiyorum.


Bugün  bir başka Belgin Eryavuz yazısı ile sizlerle tekrar birlikteyiz. Bir Roman düşünün ki içinde hiç ' E ' harfi geçmesin.



Georges Perec' in Fransızcanın en çok kullanılan ünlü sesi olan “e”yi kullanmadan bir roman yazmış olması kimilerince bir mucize olarak yorumlanmıştır.

Kitabın çevirmeni C. Yardımcı ise şöyle söylüyor:
Fransızca’da e harfi kullanmamaya karar verdiğinizde kelime hazineniz yüzde 30-40 oranında daralıyor. Türkçe’de ise bu oran dörtte bire iniyor. ‘Sen, ben, ve, -ken’ gibi kelime ve ekleri kullanamamak insanı bir hayli zorluyor.

İngilizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Felemenkçe, Rusça, Hırvatça, Sırpça, Türkçe hatta Japonca gibi dillere de "e" sesi kullanılmadan çevrildi.


Georges Perec Ancak başta "Kayboluş" olmak üzere diğer unutulmaz eserleriyle kendisi hiç kaybolmayacak...

Alıntı : onedio.com. 

Önce Kendinizi Sevin, sonra da Sevdiklerinizin, sahip olduklarınızın ve size değer verenlerin kıymetini bilin ki, Mutluluğunuz daim olsun... En iyi dileklerimle. Esen kalın... Unutmayın ki, sizin şikayet ettiğiniz yaşamınız, belkide  başkasının hayali olabilir.

İÇİNDE ‘E’ HARFİ GEÇMEYEN ROMAN

Evet, içinde binlerce harfi konuk eden, yüzlerce sayfada hayat bulan bir roman var edebiyat dünyasında ve içinde hiç ‘E’ harfi geçmiyor.

Naçizane eli kalem tutmaya çalışan; bunun için 
her gün çabalayan birisi olarak, böyle bir 
romanın varlığından haberdar olmak benim için  oldukça etkileyici.

Normalde böyle kısıtlamalar söz konusu olduğunda, insan yazım alanının daraldığını hisseder. Düşünsenize sadece bir sayfalık metni bile hiç ‘E’ harfi kullanmadan yazmak istersek ne kadar zorlanacağımız ortada. Kaldı ki böylesi bir kısıtlamayla bir roman yazmak zoru fazlasıyla başarmak demek. Üstelik ‘E’ harfi Fransız dilinde en çok kullanılan ünlü seslerden bir tanesi.

Dünyada bir başka benzeri olmayan bu özel romanın ismi ‘La Disparition’ yani 
Kayboluş.

Yazarı ise Fransız asıllı Georges Perec.

Yazarın romanında ‘E’ harfini kullanmama gerekçesi hayli acı olsa da; isminde ve soy isminde toplam 4 adet ‘E’ harfi bulunuyor olması ilginç bir tesadüf olsa gerek.

Üstelik yazar tarafından açıklama yapılana değin; hiçbir eleştirmen, romandaki bu olağanüstü şarttan haberdar olmamış.  

Peki yazar neden böyle bir tercih yapmış dersiniz?

Yazarın buna cevabı hayatındaki dram dolu yılları anlatır netlikte aslında. Çünkü kendisi, ‘E’ harfinin Fransız işbirlikçiler tarafından, Almanlara verilen ve Nazi toplama kampında ölen annesi ile babasını simgelediğini söylüyor.  

Fransa’ya göç eden Polonya Yahudisi yoksul bir ailenin tek çocuğu olan yazarın çocukluk yılları, İkinci Dünya savaşına rastlar.


Zor şartlar altındaki yaşamında önce babasını, ondan yedi yıl sonra da annesini Nazi toplama kampında kaybeder. Çocukken onların bir bir kayboluşuna tanıklık etmesi; içinde devasa bir boşluk oluşturur.

Ne yazık ki yaşam acı dolu yağmurları ile onu sürekli hırpalar. Halası tarafından bakılırken, birden evlatlık olarak hiç tanımadığı bir aileye verilmesi ise tenine düşen iri dolu taneleri gibi içini yakar.

Nihayet Paris Sorbonne Üniversitesi’nde tarih ve sosyoloji eğitimi alır. Kendisini yazmaya vererek yaşam yolunu belirlemeye çalışır. Kelimelere giydirdiği büyülü anlamlarla kendini ifade ettiği yaşamı çalkantılıdır.

Makale ve deneme yazarlığı yanında, bir süre arşiv işinde de çalışır.

Bu arada farklı edebiyat tarzları üzerinde çalışma yapan bir gruba katılır. Bu grubun üyeleri; dilin sınırlarını genişletmenin peşindedir. Hatta matematik kurallarından faydalanarak deneysel çalışmalar bile yaparlar.  Grup; her türlü dil ve ses oyunu, harf düşmesi, karışık tümce düzeni gibi farklı yollar deneyerek edebiyata değişik bir soluk katmaya çalışır.  

İşte Kayboluş romanı, yazarın bu arayışları sırasında doğar. Alfabetik bir harfi yok sayarak yazdığı romanı ile hem hayatından kaybolanları ölümsüzlüğe taşır hem de dünya çapında bir romana imza atar.

İçinde belirli bir harf kullanılmadan yazılan böylesi eserlere Lipogram adı veriliyor. 

Ancak romanın oldukça ilginç başka özellikleri de var.

Romanın bölüm sayısı 26 ki bu durum Fransız alfabesinin harf sayısıyla aynı.

Öte yandan romanın 5.bölümü yok. Neden mi dersiniz? Çünkü ‘E’ harfi Fransız alfabesinde 5. Sırada yer alıyor.

Edebi çevreler; yazarın eserinde kullandığı dil oyununa, hayal gücüne, kurgusuna ve mizah duygusuna hayranlıkla yaklaşır. Mucize eser olarak görüp destekler.

1969 yılında yayımlanan roman dünya çapında öyle büyük ilgi görür ki pek çok dile çevrilir.

Türkçe, İngilizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Felemenkçe, Rusça, Hırvatça, Sırpça ve Japonca dillerine yapılan çevirilerde ‘E’ harfinin hiç kullanılmaması ise Kayboluş romanını daha da özel hale getirir.  

Romanı Türkçeye çevirerek bizlere ulaştıran yazar Cemal Yardımcı.

George Perec’ in eserindeki önemli noktaları titizlikle ele alan çevirmen; Türkçe’ye çevirisinde aynı titizliği korumuş. 29 harften oluşan Türk alfabesini düşünerek bölüm sayısını 29’a çıkarmış. Alfabemizde 6. Sırada yer alan ‘E’ harfine dikkat çekmek için de tıpkı yazar gibi 6. bölümü eksik bırakmış.

Kendisini yarı yazar olarak tanımlayıp, romanın orijinal yapısına katkılar sağladığını savunması ise; Türk edebi çevreleri tarafından hayli sert karşılanmış.

Dehşet dolu günlerin acıyla yoğurduğu çocukluğunu, ellerinin arasından kayıp giden anne ve babasını yüreğine gömen ve ruhunu sözcüklere emanet eden Perec; maalesef 45 yaşındayken akciğer kanserinden; hayatını kaybeder.

Eserlerinin çoğunda hayatından kesitler sunarken; sivri dilli olmasına karşın sözcüklerle yaptığı büyülü dans hiç unutulmaz. Son yarım yüzyılın başyapıtlarından biri olarak kabul edilen ve fantastik bir komplo öyküsünü anlattığı ‘Kayboluş’ romanı ile de unutulmazlar listesindeki yerini alır.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

07.03.2018


https://youtu.be/aHRsYZ5zgTQ


georges perec ile ilgili görsel sonucu



Günün Sözü :


En iyi kitapları ilk önce oku,
aksi taktirde hepsini okumak için fırsatın olmayabilir.
Henry David Thoreau

İbrahim Birol, http://ibrahimbirol.blogspot.com.tr/
25 Haziran 2018, Antalya-Turkey



24 Haziran 2018 Pazar

SEVDANIN BÖYLESİ











































Merhaba Gönül Dostlarım,

Bugünkü yazımda, Yılmaz Özdil' den alınan ve yazı başlığı için uzun süre karar veremediğim hüzünlü bir hikayeyi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Hikayenin devamı şöyle:
Dedesi, Bağdat kadısı, babası, padişah tarafından atanan Heyet-i Ayan azası’ y dı.
Çamlıca’da, uşaklı bahçıvanlı, muhteşem bi köşkte yaşayan, oturmasını kalkmasını, ecnebi lisanları bilen, yakışıklı bi delikanlıydı.
Yüksek tahsil için İskoçya’ ya gönderildi. Ve Londra’ da bi partide gördü onu...
Güzeller güzeli İngiliz genç kadın, şahane gülümsüyor, etrafına ışık saçıyordu.
Vuruldu, âşık oldu. Gözler her şeyi anlatır derler ya, belli ki, hisleri karşılıksız değildi. 
Zaten, zarif bi kaç kısa cümleden oluşan sohbet sırasında işareti almış,
genç kadının her gün  Hyde Park’ ta at gezintisi yaptığını öğrenmişti.
Sabahın köründe, soluğu Hyde Park’ta aldı.
Aaa ne tesadüf filan... Birlikte at bindiler, yemek yediler,
muhabbeti ilerlettiler. Rüya gibiydi. Rüya gibiydi ama,
uyanması da vardı...
Tahsilini tamamlamıştı, yurda dönmesi gerekiyordu.
Kalsa, olmaz, bıraksa, hiç olmaz. Pat diye, benimle evlenip Türkiye’ye gelir misin dedi.
Genç kadın sevinç çığlığı attı, coşkuyla boynuna atlayıverdi.
Sonra...
Az geri çekildi, oturdu, boynu büküldü,
hayatta en çok istediğim şey bu ama, maalesef imkânsız, Jack var dedi.
Jack de kim yahu?
Genç kadının ailesi tiyatrocuydu, ordan oraya turneyle dolaşan
kumpanyaları vardı. Babası ölünce, annesi bi adamla Avustralya’ya kaçmış,
kızını anneannesine bırakmıştı.
Anneanne, n’ aapsın, torununu acilen  baş göz etmiş, talihsizlik işte,
savaşa giden damat,  kimbilir nerde mıhlanmış,
geri dönmemiş, ardında, henüz 16 yaşında hamile bi dul bırakmıştı. 
Jack, oğluydu.
Delikanlı dinledi, dinledi, önce sıkı sıkı sarıldı, sonra,
hiç sorun değil, oğlumuzla gideriz dedi.
Orient  Express...Ver elini İstanbul.
Delikanlı hiç sorun değil demişti ama, sorun büyüktü.
Esir şehrin insanlarıydı İstanbul... Mustafa Kemal Bandırma’ya binerken,
İngiliz gelinin, İngiliz işgalindeki  kâbusu başlıyordu.
Dedim ya, işgal yıllarıydı, herkes herkese şüpheyle bakıp,
memleketi satanları mimlerken...
Faytona binip, köşke geldiler. Aman da efendim hoş gelmişiniz
sefalar getirmişiniz diye kucaklaşma beklenirken, bismillah,
nerden bulup getirdin bu gâvuru dedi, delikanlının ailesi!
Memleket İngiliz süngüsü altında inim inim inlerken,
İngiliz gelin olacak iş değildi yani. Aşklarına sığınıp, göğüs gerdiler. 
Sevdiği adam uğruna, kara çarşafa bile girdi İngiliz gelin, Müslüman oldu,
Nadide adını aldı.
Kaderin cilvesi mi desek, ne desek... Mustafa Kemal Bandırma’ ya binerken İstanbul’ a inen bu genç kadının nüfus kâğıdına, doğum yeri olarak
Bandırma yazıldı...
Çünkü, nüfus memuru doğum yerinin Londra olduğunu gördü,
Londra Mondra olmaz, olsa olsa Bandırma’dır diye kaydetti!
Memleket kurtuldu, cumhuriyet kuruldu. Hariciye’ ye giren delikanlı, Lozan’da
İsmet İnönü’nün özel kalem müdürü oldu.
Şak, kanun çıktı, hariciyecilerin eşi ecnebi olamaz...
İnönü, pek beğendiği delikanlıya kıyamadı, boşan, birlikte yaşa, mesleğine devam et dedi. Delikanlı, bu teklifi hakaret olarak kabul etti. Benim için ailesini, memleketini, dinini terk eden eşime bunu yapamam,
mesleğimden vazgeçerim, aşkımdan asla dedi.
Bastı istifayı, ıvır zıvır işler yaparak, evini geçindirmeye çalıştı.
O zamanlar memur değilsen, ayvayı yiyordun.
Ayvayı yedi. Hayatları kaydı.
Önce eldeki avuçtaki bitti, sonra gümüşler satıldı, ardından köşk gitti... Dımdızlak kaldılar. Kiraya çıktılar.
Tükene tükene, gecekonduya kadar düştüler.
Çocukları olmuştu. Saracak bez yoktu. Çarşafları yırttılar. Bi eli yağda bi eli balda doğup büyüyen delikanlı, eşinin hiç sızlanmadan dimdik duruşunu gördükçe, yeniden yeniden âşık oluyordu ama,
kahrından alkole dadanmıştı.
Çalışamaz hale geliyor, daha çok sefalete sürükleniyorlardı. Hayatlarında
eksilmeyen tek kavram, mutluluktu. Mutluydular.
İngiliz anne, adı gibi, hakikaten nadide’ ydi...
O kör kuruşa muhtaç hallerinde bile, hastaneden atılmış
iki çocuklu bi kadına evini açtı, sokakta dilenen bi nineye
kendi yatağını verdi, aylarca baktı, yıkadı, pakladı, komşuların fısır fısır
dedikodusuna aldırmadan, kaçak olarak yaşayan, dara düşmüş
bi Fransız’ı sofrasına oturttu, çocuklarına kuru ekmeği paylaşmayı öğretti.
Bi gün...
İngiltere Elçiliği’ nden görevliler geldi, nasıl duydularsa duymuşlar,
çocuklarını al, İngiltere’ye dön, eğitimlerini üstlenelim,
sosyal güvencen olsun dediler Nadide’ye...
Kapıdan kovdu! Eşim Türk, çocuklarım Türk, burada babalarının yanında yaşayacaklar, 
ben de onların yanında öleceğim, benim için hayatını feda eden eşimi,
paraya değişmem dedi.
İki millet, iki devlet, iki din arasında perişan olmuşlardı ama,
aşkları sapasağlamdı.
Üstelik... Cumhuriyet de sapasağlamdı.
O dönemin Cumhuriyet’i,
şimdiki gibi sadece parası olanlara değil, gariban ailelerin çocuklarına da fırsat eşitliği sağlıyor, okumaya niyetleri varsa, okutuyor, üniversiteyse üniversite, konservatuvar varsa konservatuvar, yeteneğin önünü açıyordu.
Delikanlı, delikanlı gibi yaşadı, öldü.
Nadide zatürreeden vefat etti,
hayatının en çetin günlerini yaşadığı İstanbul’da, kızının evinde...
En çok kızına güvenir, en çok küçük oğlunu severdi.
Bu koca yürekli kadının küllerinden doğan kızı,
YILDIZ...
Oğlu, MÜŞfİK KENTER’di.
Boşuna dememişler, işini yapacaksan aşk’ la yap diye...
Ve, merak ederim, tiyatroda sahneye koymak
için abuk sabuk senaryolar
aranır hep niye ...?
YILMAZ ÖZDİL

Günün Sözü :

HAYAT İLE İLGİLİ GÖRSELLER ile ilgili görsel sonucu

İbrahim Birol, http://ibrahimbirol.blogspot.com.tr/
23 Haziran 2018, Antalya- Turkey


22 Haziran 2018 Cuma

YAZMAK BİR TUTKUDUR




BLOG YAZAMANIN ZORLUKLARI VE GÜZELLİKLERİ ile ilgili görsel sonucu


Merhaba Gönül Dostlarım,


Bana göre Yazmak bir tutkudur, Roman yazmak bir sabır işidir, ama sonunda bir eser ortaya çıkarmak ve insanlara yazdıklarıyla kalıcı bir şeyler bırakmak ayrı bir duygu olmalı. 
Yazıların en zor olanı Akademik Yazılardır. Kelime dağarcığının geniş olmaması en büyük zorluk olarak çıkmaktadır ortaya. bütün araştırmaları yapıp, eğer uygun kelimeleri seçip özgün bir yazı ortaya koyulamıyorsa tek sebep budur.
seçilecek kelimelerin, büyük harfin küçük harfin, noktanın virgülün ve her bir çizginin haddinden fazla önemi olduğundan ve yazdığınız her bir satır adeta dünyanın düzenini değiştireceğinden içinden çıkılması güç bir durumda kalmak, iki yazıp bir silmektir. "günümüzde" dersin hangi gün derler, "genellikle" dersin kime göre neye göre derler, "mesela, bence, yani, falan" zaten tabu kelimeler. eliniz kolunuz bağlı kara kara nasıl yazacağınızı düşünürsünüz. bilirsiniz ki yazdığınız her cümle düzeltilecek, her kelimenin üstü çizilecek, fikir güzel ama farklı bir şekilde ifade et denilecek. sonunda ortaya "21. yüzyıl Türkiyesin'de..." diye başlayan kasıntı cümleler çıkacak. kaynakçadaki noktalama işaretleri de cabası.

Yazı bir buluş mudur, keşif mi? Yazmak insan için güçlü bir tutku ve ihtiyaçken, öyle görünüyor ki, Sümerler yazıyı uygarlığa kazandırdıklarında bir buluştan çok keşfi gerçekleştirdiler. Sanki yazı, evrenin bir yerinde saklı dururken onlar sadece bir hazinenin kapağını araladılar ya da üzerindeki tozlu örtüyü kaldırdılar. O günden bugüne yazı insanın kaderinin bir ortağı ve tanığı olarak varlığını sürdürdü, sürdürüyor ve sürdürecek. 
İnsan neden yazmak ister ve içinden geçtiği dünyayı, hayatı kayıt altına almaya tutku duyar? Tarihin yazının bulunuşuyla başladığını kabul edersek aslında bu sorunun tarih kadar eski olduğu çıkarımına da varırız. Belki bu soruya cevap ararken yaptığımız, aslında daha kesif, daha karanlık bir dünyaya doğru yolculuktur. 
Tam da bunun için yazı üzerine, yazının doğasına dair kaleme alınan bütün kitaplar, zihnimize yeni sorular ekler, imgelemimizdeki soru işaretini büyütür.‘ İnsan ancak kendini yazar’

“İnsan her zaman hikâye anlatıcısıdır; kendisinin ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili yaşar, başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır.” diyen Jean-Paul Sartre’ ın sözünden, hikâye anlatmanın salt bir anlatma edimi olmadığını çıkarabiliriz. Bir insan her zaman hikâye anlatıcısı ise yazar kimdir? “Bir anlatıcılar vardır, bir de yazarlar. İnsan canının istediğini anlatır; canının istediğini yazmaz: Ancak kendini yazar.” sözleriyle Jules Renard,  Sartre’ dan yıllar önce aslında aklımıza takılan soruya dolaylı da olsa yanıt veriyordu.


Alıntı :Yazar: Mehmet Tunç

Kaynak: http://www.zaman.com.tr


Önce Kendinizi Sevin, sonra da Sevdiklerinizin, sahip olduklarınızın ve size değer verenlerin kıymetini bilin ki, Mutluluğunuz daim olsun... En iyi dileklerimle. Esen kalın... Unutmayın ki, sizin şikayet ettiğiniz yaşamınız, belkide  başkasının hayali olabilir.

İbrahim Birol

****
Emrah Akkaş' ın Yazmanın zorluklarını değişik bir uslubla anlatan aşağıdaki yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum.

Netameli Bir İş: Yazmak

Sözcüklerden cümlelere, cümlelerden paragraflara, oradan da büyük karmaşık metinlere ulaşırsın.
BLOG YAZAMANIN ZORLUKLARI VE GÜZELLÄ°KLERÄ° ile ilgili görsel sonucuBugün yeni bir kelime öğrendim. Netameli: gizli tehlikesi olduğu sanılan, başına sık sık kaza gelen anlamları varmış. Düşünüyorum da bu yazmak ya da yazıyor olmak da böyle bir şey olmalı, netameli bir uğraş vesselam. Duygunun, düşüncenin, fikrin en gizli yerine ineceksin, oradan en olmaz denilen cevheri bulup gün yüzüne çıkaracaksın. Bir maden işçisi titizliğinde ya da bir dalgıç özverisinde olacaksın. Yerin bilmem kaç metre altına iniyorsun, elinde bir kazma, başında bir baret, onun üstünde de bir fener, sana ışık oluyor, yol gösteriyor. Ya Allah ya bismillah diye başlıyorsun kazmayı sallamaya, ne çıkarsa artık bahtına… Bazen bir taş, bazen bir su, bir kömür, bazen de toprak, artık her neyse bahtın. Bunların arasında geziniyorsun, elinde kazma ile madenin en iyisini, en kalitelisini bulmak için. Kömür olmazsa olmaz ama, ona ulaşmak da öyle kolay değil ki be kardeşim. Daha çok sallaman gerekiyor kazmayı, daha derine inmelisin. Bir de kömürü diğerlerinden ayıklıyorsun, bir kuyumcu oluyorsun, onun titizliğinde. Kara elmas demişler ya kömüre ha işte öyle kara elması bulana kadar ayıklıyorsun, en dibe iniyorsun, inmelisin, ineceksin.
Yazarlık ya da yazma uğraşında kalemin kazma, kâğıt da maden ocağın oluyor. Dalıyorsun içine, çıkıyor senin de yoluna türlü türlü taşlar, sular, kömürler elbette. Kömürün en hasını, en kalitelisini bulmalısın demiştik ya, burada kalemin ucu ne kadar sivri ise o kadar çok kaliteli kömüre, yani söze, sözcüğe ulaşıyorsun, senin kömürün sözcüklerdir artık. Sözcükler arası bir gezegendesin ve orada geziyorsun, en son cevheri, en kaliteli kömürü bulmak için. Ha bir ara yoruluyorsun, kolların kaldırmıyor kazmayı, o zaman da kalemin ucunu sivrileştirmen gerekiyor, yani okumak. Okumak, zihnimizin kalemini sivrileştiren yegâne yoldur. Bu yolda seni, seçkin bir dünya denizine salmayı sağlar. İşte tam burada dalgıçlık giriverir devreye, çıkarsın maden ocağından, elindeki kazmadan arta kalan, sivrileştirdiğin kalemin ucudur. En olunmaz koyların, dehlizlerin arasındasın, önünde türlü türlü güzellikler, görsellikler vardır. Masmavi deniz suyu cezbeder seni, daldıkça dalarsın en derine ama karşındaki öyle madendeki gibi değildir bu sefer: Denizkızları, denizanaları, yengeçler, ahtapotlar oluverir. Her birine bakarsın, her canlı türü kendisine çeker seni, yazı da böyledir işte. Sözcüklerden cümlelere, cümlelerden paragraflara, oradan da büyük karmaşık metinlere ulaşırsın. Sonra onlar oluverir bir öykü, bir şiir, bir roman…
Bitti mi sandın bu netameli işin? Hayır. Bitmedi. Bitmez. Bitmeyecek. Bir de kaza yaparsın, yolun düşer tozlu topraklı patikaya. Asla ulaşamazsın asfalta, gel derler, içine içine çekerler seni. Bak burası otoban. Çok geniş, çok rahat bir yol, sen buradan devam et. Ama olur mu hiç öyle, kendi dinginliğinde yürüyeceksin, koşacaksın, hatta bazen sürüneceksin kendi yolunu bulmaya haydi yolun açık ola…
Emrah Akkaş
Günün Sözü :
YAZMAK İLE İLGİLİ SÖZLER ile ilgili görsel sonucu

İbrahimbirol.blogspot.com.tr/

22 Haziran 2018, Antalya-Turkey