30 Nisan 2020 Perşembe

HAYAT ÇOK KISA







Merhaba Gönül Dostlarım,

Adam yeni aldığı otomobiline bakmak için evinden çıktığında, üç yaşındaki oğlunun gayet mutlu bir biçimde elindeki çekiçle, otomobilin kaportasını mahvettiğini görmüş.
Hemen yanına koşmuş ve çocuğun eline çekiçle vurmaya başlamış. Biraz sakinleşince oğlunu bir hastaneye götürmüş. Doktor çocuğun kırılan kemiklerini kurtarmaya çalıştıysa da elinden bir şey gelmemiş ve çocuğun iki elinin parmaklarını kesmek zorunda kalmışlar.

Çocuk ameliyattan çıkıp, gözlerini açtığında, bandajlı elini fark etmiş ve gayet masum bir ifadeyle, "Babacığım, arabana zarar verdiğim için çok üzgünüm," demiş ve sonra babasına şu soruyu sormuş: "Parmaklarım ne zaman yeniden çıkacak?"

Babası evine dönmüş ve intihar etmiş.
..
Çok sevdiğiniz birine karşı sabrınızı yitirdiğinizi anladığınızda, önce biraz düşünün. Otomobiller onarılabilir ama kırılan kemikler ve incinen duygular hiçbir zaman onarılamaz. İnsan hata yapar. Hepimiz hata yaparız. Fakat öfkeyle ve düşünmeden yapılan şeyler, insanı sonsuza kadar rahatsız eder.

Durun ve düşünün.
Harekete geçmeden önce düşünün.
Sabırlı olun.
Anlayış gösterin ve sevin!


~ İbrahim Birol ~

****

Hepimiz her an mutlu ve keyifli olamayız. Hayat zaten buna izin vermez. Ruhumuz çok farklı duygulara ev sahipliği yapar. Bizler de hayatın akışı içinde bunları hissederiz. Kendimizi sürekli mutlu olmaya zorlamak, diğer duygularımızı yok saymak, reddetmek ve onları bastırmak biz psikiyatristlerin önerdiği bir şey değildir.
Sürekli mutluluk maskesi takarak dolaşmak yerine o duyguyu anlamaya çalışmak, ona biraz fırsat tanımak gerekir. Üzülmek, hayal kırıklığı yaşamak, korkmak, kızmak, arada bir umutsuzluğa kapılmak da insanca duygulardır. Ancak önemli olan bu olumsuz duyguların esiri olmamaktır.
Böyle durumlarda olabildiğince kendimize hoşgörülü davranmak, neyi, neden yaptığımızı ve neden böyle hissettiğimizi anlamak, bundan bir an önce kurtulmanın en kestirme yoludur.

Çoğu zaman başkalarına gösterdiğimiz sevgi ve anlayışı, özellikle böyle durumlarda kendimize de gösterebilirsek karanlık günler çabuk geçer ve güneş yeniden sıcacık yüzünü bize gösterir...

Sevgilerimle,
Dr. Gülseren Budayıcıoğlu
****

Hayat kısa, Hem de çok kısa

Dün, rahmetli Tayfun Talipoğlu’ nun bir yazısını okudum. 

İtiraf edeyim, tek kelimeyle bayıldım. 
Şöyle diyor, Talipoğlu: 
“Beni her ölüm etkiler. 
Tanımasam bile üzülürüm yitirilmiş ümitlere. 
Hiç gerçekleşemeyecek ideallere. 
Yaşanmamış sevgilere üzülürüm. 
Bu yüzden korkarım yaşamı ertelemekten. 
Ne yapılması, ne söylenmesi gerekiyorsa söylenmeli, yapılmalı. Seviyorsanız, sevdiğinizi bugün söyleyin. 
Sevdanızı bugün yaşayın. 
İşinizde yapılacak ne varsa bir an önce yapın. 
Yarın çok geç olabilir. 
Bir anda bitebilir her şey. 
Yaşamak için acele edin. 
Bence kısa yaşamışlıklar, yaşamamışlıklardan daha iyidir. Geriye dönüp baktığınızda “keşke”ler çoğunlukta olmasın. 
Uzun vadeli hedefler için bile bugünden harekete geçmeli. Yarınlar çok uzakta olabilir. 


Bu yazımda vurgulamak istediğim Bir sürecin başında, ortasında yaşam her an sona erebilir...Sonrası olmayabilir.
Ama unutmayalım, herkes kendi hayatını yaşar...”  


Tayfun Talipoğlu

https://youtu.be/iwhS1VskjYU

https://youtu.be/SP2g4FoL7Fg


Günün Sözü

" Önce Kendinizi Sevin  sonra da Sevdiklerinizin sahip olduklarınızın ve size değer verenlerin kıymetini bilin ki, Mutluluğunuz daim olsun...
Unutmayın ki, sizin beğenmediğiniz yaşantınız, bir başkasının hayali olabilir...

En iyi dileklerimle. Esen kalın... " ~ İbrahim Birol ~
Gerçek Dostlar  ⚠️

29 Nisan 2020 Çarşamba

TURİZM YÖRELERİMİZİ TANIYALIM (1)




Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, çizgiler, şapka, çocuk ve yakın çekim


Merhaba Gönül Dostlarım,

Bugün farklı bir yazıyla birlikteyiz, Koronavirüs salgını nedeniyle Turizm sektörümüzün dibe vurduğu bu dönemde  bölgemizde bulunan güzel tarihi yörelerimizi şu günlerde gezemesek de farklı video ve yazılarımızla yöre insanlarını bilinmeyen yönleriyle sizlere  bulunduğumuz yerden tanıtmağa çalışacağım.

~ İbrahim Birol ~
**** 

Yörük, büyük ölçüde, 17. Yüzyıla kadar yerleşik hayata geçemeyerek, yaşamına göçebe olarak devam eden Türkmen topluluklarına verilen isimdir.

Anadolu'daki bin yıllık konargöçer yaşam tarzını sürdüren Sarıkeçililer, Konya ve Karaman yaylalarından kışı geçirecekleri Mersin'in sahil bölgelerine gelmeye başladı. 21. yüzyılda Yörüklerin yaşamı görenleri şaşırtırken, zor şartlarda yaşayan Yörükler artık yerleşik düzene geçme yolunda. Yörük Musa Yagal, "Hayran kalan insanlarda oluyor. Bu ülkede, bu zamanda böyle yaşamda mı varmış diyorlar. Bu işi herkes bugün bırakmayı ister, kim ister böyle şartlarda yaşamayı" dedi.


Sarı keçililer kimdir?
Anadolu'da halen yaylak ve kışlak arasında konargöçer hayat yaşayan, ülkemizde küçükbaş hayvancılığın nüvesi sayılan Sarıkeçili Yörükleri, Toroslar' da hayatını sürdüren bir oymaktır.
Oba Dokumacılık | Yörük Çadırı | Kıl Çadırı | Yörük Çadır | Kıl ...

Yörüklerin büyük bölümünün yerleşik hayata geçmesinin ardından yüzyıllardır süren konargöçer kültürünün son temsilcileri olan Sarıkeçililer, Konya ve Karaman yaylalarından kış aylarını geçirecekleri Mersin'in sahil ilçelerine dönmeye başladı.Akdeniz'in sahil ilçelerinde konaklayan, Nisan ve Mayıs aylarında ise havalar ısınınca Karaman ile Konya yakınlarındaki yaylaların yolunu tutan Sarıkeçililer, havaların yavaş yavaş soğuma başlamasıyla dönüş telaşına girdi. Mersin'in Silifke, Erdemli, Anamur ve Aydıncık ilçelerine doğru yola çıkan Yörükler, uzun ve zahmetli yolculuğun ardından kış aylarını geçirecekleri bölgelere ulaşmaya ve çadırlarını kurmaya başladı.


****
Atlas Dergisi on Twitter: "#GününKaresi Toroslar'dan #Sarıkeçili ...
Günün Karesi Toroslar'dan onlar dağdır; ardıçlı tepeler, meşeli düzlükler, ormanlık yamaçlardır. Kıl çadırlarının kırk penceresi vardır, esintiye açıktır ama yağmur geçirmez. Sıvacıkuşu gibi öterler keçi sürülerini yönlendirirken. Hoyt, kıh, cehey diye yankılanır sesleri göç yollarında develere komut verirken. Onlar her yıl Akdeniz kıyılarından kalkıp Toroslar’ın yaylalarına göçen Sarıkeçililerdir. 
Cüneyt Oğuztüzün, Atlas'ın 212. sayısında yayımlanan Sarıkeçililer konusunda, doğayla iç içe bir hayat süren, yüzüne bu geleneksel yaşam tarzının sağlığının ve güzelliğinin vurduğu Rukiye Gök isimli küçük kızı böyle fotoğraflamıştı.
ATLAS | Keşfetmek için bak
22 Nisan 2016, 10:11
Fotoğraf: Cüneyt Oğuztüzün

https://youtu.be/Lgp3VlyCbxQ
Günün Sözü :
“SORMA BANA OYMAĞIMI BOYUMU
BEŞ BİN YILDIR MİLLET OLARAK YAŞARIM
BANA OĞUZ KAYI OSMANLI DEME
TÜRKÜM, BU AD HER ÜNVANDAN ÜSTÜNDÜR”
 Ziya GÖKALP

28 Nisan 2020 Salı

RAMAZAN SOHBETLERİ 2020 (4)




Merhaba Gönül Dostlarım

İbn-i Sina, Fars tıp adamı, astronom, yazar ve filozof. Buhara yakınlarındaki Efşene köyünde 980 yılında dünyaya gelmiş ve Hamedan şehrinde 1037 tarihinde vefat etmiştir. Tıp ve felsefe alanına ağırlık verdiği değişik alanlarda 200 kitap yazmıştır. Vikipedi
Doğum tarihi: MS 22 Ağustos 980, Afshona, Özbekistan
Ölüm tarihi ve yeri: 22 Haziran 1037, Hamedan, İran
Tam adı: Abū ʿAlī al-Ḥusayn ibn ʿAbd Allāh ibn al-Ḥasan ibn ʿAlī ibn Sīnā
Defin tarihi ve yeri: Hamedan, İran
BİLİM ADAMI, DOKTOR, FİLOZOF, YAZAR (980 - 1037)
İbn-i Sina, tıp, psikoloji, farmakoloji, jeoloji, fizik, astronomi, kimya ve felsefe alanında bir deha ve bilim adamıdır. Aynı zamanda "Avicenna" adıyla ve "El- Kanun" (Canon) kitabıyla tıbba yapmış olduğu büyük katkıdan dolayı tüm dünyaca "Modern Tıbbın Babası" olarak tanınır.
Sina, 16 yaşından itibaren hastalara ücretsiz bakmış ve onları kendi yöntemiyle tedavi etmiştir. Tedavi etmiş olduğu hastalar arasında Buhara Sultanı da bulunmaktadır.
Sina, Buhara emiri Nuh İbni Mansur'uyu ağır bir hastalıktan kurtarmış ve kendisine Samanoğulları sarayının kütüphanesinde çalışma izni verilmiştir. Burada kendisini felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve alanında oldukça geliştirmiştir. Sonra kütüphanede çıkan bir yangında düşmanları onu kundaklama yapmakla suçlamış ve Sina'da oradan ayrılmak zorunda kalmıştır.

İbn-i Sina 980 yılında Buhara'nın Afşana köyünde dünyaya geldi. Babası bir saray katibiydi. 10 yaşına gelmeden Kuran-ı Kerim'i hatmetti. Babasının isteği ile mantık dersleri aldı ve iyi derede Yunanca öğrendi.
Prof. Dr Yahya Akyüz' ün yazdığına göre İbn- i Sina bir gün sokakta oyun oynarken, yanına biri yanaşmış ve “Sen ileride büyük bir alim olacaksın. Sana oyun yakışır mı, git dersini çalış" demiş. İbn-i Sina “Her yaşın belli bir hali vardır. Çocukluğun yakıştığı da oyundur. Her yaşın hakkı verilmelidir" diye cevap vermiş. Bu cevap bugün pedagoji ve psikolojinin ulaştığı noktadır.
İbn-i Sina daha çok genç yaşta felsefe, tıp, teoloji, matematik gibi tüm bilimlerde uzmanlaştı. Hatta o kadar uzmanlaştı ki döneminin en büyük isimlerinden Aristo ve Farabi'den sonra en büyük üçüncü isim oldu.

16 yaşındayken bir gün kapısı çalındı. Buhara emirinin askerleri onu, emirin oğlunun hastalığına çare bulması için saraya çağırdı. Hastalığa çare bulunca ödül olarak sadece Buhara kütüphanesinde araştırma izni istedi. Yetiştiği yıllarda Maveraünnehir' de çok önemli bir bilim ve kültür ortamı oluşmuştu, İbn-i Sina'da bunu Buhara'daki kütüphanede çok değerli kitaplara ulaşarak değerlendirdi. Kütüphane yanınca bundan sorumlu tutuldu ve elindeki her şeyi kaybetti.


Prof. Dr Yahya Akyüz' un yazdığına göre İbn-i Sina'nın çalışma yöntemini söyle anlatmıştır:
“Bir mesele konusunda şaşırınca ,camiye gider, namaz kılar ve Allah'a yalvarırdım. Bunun üzerine benim için kapalı olan her şey açılır. Güçlükler kolaylaşırdı. Geceleri evimde kandil ışığında çalışır, uykum geldiğinde o konuyu düşünerek uyurdum. Öyle ki benim için birçok konu uykuda çözülmüştür"

Tıp dünyasına yön veren İbn-i Sina.
Saray kütüphanesinde geçirdiği günlerde bütün ilimleri içinde barındıran El Hikmet' ül Aruziye' yi 21 yaşında yazdı.
Babasını kaybedince Buhara'dan ayrılmak zorunda kaldı, şehir şehir gezdi. En son Hazar Denizi' nin kıyısındaki Cürcan' a geldi. Şarkın kudretli komutanı Sultan Mahmut (Gazneli Mahmut) onu davet etti ancak bu daveti kabul etmedi. Bunun üzerine silahlı askerler onu almak için geldi ve İbn-i Sina bulunduğu yerden kaçtı.
Babasının ölümünden sonra bir yaprak gibi şehirden şehre savrulan İbn-i Sina durumunu şu dizelerle özetler:
“Yüceldim, sığacağım bir şehir kalmadı.Arttı kıymetim, alacak hiç müşteri bulunmadı."

Büveyhîler' in hükümdarlığında 12 yıl kaldı. Bu süreçte sarayda da hizmet etti. Zindanlara da atıldı. Eserlerini yazmaya devam etti. 1024 senesinde derviş kılığında dört kişiyle birlikte İsfahan'a kaçtı.
Burada insanlık tarihinde tek kişi tarafından bilinen felsefi anlamdaki ansiklopedik eserini yazdı. İsfahan' daki güzel günler Gazneli Mesud şehri alınca sona erdi. Askerler İbn-i Sina'nın evini ve kütüphanesini yağmaladı.

Çözemediğim tek düğüm, ecel düğümü -İbn-i Sina

Nedimi olduğu bir hükümdar ile seferlere gitmek zorunda kaldı. Yoğun ve yorucu günler yaşadı. Seferlerden birinde kolite yakalandı. Daha önce birçok kişiyi başarılı bir şekilde tedavi ettiği bu hastalıktan kurtulmak için kendi kendine yaptığı tedavide dozu ayarlayamayınca bağırsaklarında yaralar oluştu. Ömrünün son günlerini bu hastalıkla boğuşmakla geçirdi.
Hamedan' a giderken hastalığı arttı ve kendi kendini tedavi etmekten vazgeçti, mallarını yoksullara dağıttı, 1037 yılında bir Ramazan günü 57 yaşında hayatını kaybetti.

Batılıların Avicenna olarak bildiği Tabiplerin Hükümdarı İbn-i Sina arkasında 220 civarı eser bıraktı. El-Kanun fi't-Tıb kitabı Batı'da 400 yıl ders kitabı olarak okutuldu. Birçok hastalığa tedavi ve ilaç buldu. Ancak kendi hastalığını tedavi edemedi.
İbni Sina'nın hikayesini 5. Yüzyılın sonlarında Derviş Hasan Medhî adlı biri kitap haline getirmiş Osmanlı padişahı III. Murad'a sunmuştur. Ancak bu eserin yazılı bir kopyası günümüze ulaşamamıştır. Daha sonra Seyyid Ziyâeddin Yahyâ tekrar toparlamış ve İbn-i Sina Masalları (Gencine-i Hikmet) adlı bir kitapta toplamıştır.

Hobilerinden biri Musiki;

https://youtu.be/vzHWiLtfu4k

Günün Sözü : "Kendinin ne olduğunu bilen insan, bazı kendini bilmezlerin, onun hakkında söylediklerinden etkilenmez." İbn-i Sina




28  Nisan 2020, Antalya-Türkiye

27 Nisan 2020 Pazartesi

RAMAZAN SOHBETLERİ 2020 (3)







Merhaba Gönül Dostlarım,

Ramazan ayı  çocuklara ahlaki değerler kazandırmak, içinde yaşadığı toplumun kültürünü anlatmak ve benimsetmek, din ve dini yaşayış hakkındaki algısını derinleştirmek anlamında anne-babalar için bulunmaz bir fırsat olmalı ve mutlaka bu kıymetli zaman dilimi değerlendirilmelidir.
Çocukluk; hayatın ilk basamakları olarak tabiri caizse bir staj dönemidir. Hayatı tanımak, yavaş yavaş anlamaya çalışmak, hayatın içerisinde kendini ve çevresindekileri konumlandırmak, kendinden ve en yakınlarından başlayarak insanları, içinde yaşadığı toplumunu ve dünyayı görüp onlar hakkında fikir sahibi olmak ve insanlığın ortak kültürünün ve içinde yaşadığı kendi kültürünün kurallarını öğrenip ona uygun davranış kalıpları geliştirmeye başlamak hep bu dönemde gerçekleşen hayata hazırlık faaliyetleridir.
Devamı...
Kaynak: Mehmet Dinç, Altınoluk Dergisi, Sayı: 317

****

Çocukluğumun Ramazanları

Geçmişe özlem hep vardı, bundan sonra da hep olacaktır. Çünkü geleceğe yürüdükçe geçmişte bir şeylerimizi bırakıyoruz. O bıraktıklarımız, özellikle doyumsuz hatıralarımız, bizleri bir mıknatıs misali maziye çekiyor. Anlata anlata bitiremediğimiz çocukluğumuzdaki ramazanlar hayallerimizi süslüyor. Peki, o ramazanlarda bugünkülerden farklı olarak ne vardı? Bizleri derinden etkileyen, zihinlerimize kazınan bu ramazanların tılsımı neydi?
Eski ramazanlar bugünkülerden daha görkemli bir asalet ve ruh taşıyordu. Birlik, beraberlik ve dayanışma vardı. İnsan ve insanlık merkezinde yaşanıyordu her şey… Herkesin sofrasında aile dışından insanlar da bulunurdu çoğu zaman… Fakirle zengin arasında uçurumlar yoktu. Maddiyat kıstas değildi. Ortak paydamız sevgi, saygı ve hoşgörüydü.
Çocukluğumun ramazanlarına aylar öncesinden hazırlanırdı annelerimiz. İftar ve sahurdaki işleri kolaylaştırmak için yufkalar açılırdı. Zamanımızda marketlerde hazır yufkalar satılıyor. Kimse bu zahmete girmiyor. Oysa köy kadınlarının bir araya gelip büyük bir dayanışma ve yardımlaşma örneği gösterdikleri o hazırlık sürecinde pek çok şey paylaşılırdı. Sohbetlerin demi koyulaşırdı. İnsanlar dertlerini ve sevinçlerini ortaya dökerdi.

hoca ali rizaRamazanda iftar yemekleri yendikten sonra akşam namazları kılınırdı. Ardından iş bölümü yapılarak biriken bulaşıklar yıkanırdı. Şimdiki gibi bulaşık makinelerimiz de yoktu. Mutfaktaki işler biter bitmez kadın erkek, kız kızan, çocuk ayrımı yapmadan ailece teravihe gidilirdi. Camiye giderken komşulara da haber verilirdi. Onlar da bu hayra ortak edilirdi. Camilerimiz insanlarla dolup taşardı. Salâvatlar, dualar, âminler göklere yükselirdi. Minarelerin ışıkları önümüzü ve gönlümüzü aydınlatırdı. Saflar dolup taşardı insanlarla.
Günümüzdeki insanlar apartmanlara tıkanmış, adeta mahkûm hayatı yaşıyor. Kimsenin kimseden haberi yok. İnsanlar her geçen gün birbirlerine yabancılaşıyor. Mabetlerle olan iman bağımız kopmuş. Çocuklar da artık teravihlere gitmiyor. Çünkü kızın dizisi, erkeğin bilgisayarda strateji oyunu var. Baba kahvede arkadaşlarıyla pişti oynayacak. Anne ya evlenme programlarına takılıp kalacak ya da MSN denen illette dedikodu yapacak. Camiler mi, onlar çoktan unutulmuş; saçı sakalı beyazlayanlar ilk safı doldursa kâfi görülüyor.
Bugün içi boşaltılmış, maneviyattan uzak düşmüş, sırf kuru bir gelenek olarak yaşatılan ramazanları görüp de ‘ah o eski ramazanlar’ diye geçmişe özlem duyanlara hak veriyorum. Çünkü çağımız, insanı maddî bir varlık olarak kabul etmiş, onun ruh tarafını nedense hesaba katmamıştır. Bu mevcut durum, bolluk içinde yaşamamıza rağmen huzurumuzu temin edememiş, hatta var olan keyfimizi de kaçırmıştır. İnsanın fıtratını hiçe sayınca ortaya çıkacak manzara bundan daha farklı olamazdı. İnsanı merkez kabul etmeyen anlayışlar yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. Böyle sistemler insana aradığı huzuru sağlayamaz, mevcut huzurunu da kaçırır. Huzursuzluğumuzun yegâne sebebi de budur.
Millet olarak yaptığımız en büyük hata, dini dünyevileştirmektir. Gittiğimiz bu yol fevkalade yanlıştır. Bugün acılar, sefaletler, afetler, felâketler, zilletler ve manevî işgaller içerisinde yaşıyor olmamız geçmişte yaptığımız hataların tezahürüdür. 

Dünyevî hayatı uhrevî hayata tercih etmek, içimizdeki boşluğun çapını her geçen gün daha da büyütüyor. İçimizde büyüttüğümüz ümit tomurcuklarının eşkinleri, dayanıksız olduğu için, hafif rüzgârda bile kırılıyor. Oysa bu eşkinler bir zamanlar çelikten daha dayanıklıydı. Demek ki bunları uzun süre susuz bıraktık, kurudu, pörsüdü, boyun büktüler, diriliklerini kaybettiler. Bunları tekrar yeşertmek bizim azim ve kararlılığımızla mümkün olabilir. Onları sulama vakti gelmedi mi?
Milletçe dünden haz ve hız alıp yarınlara koşma azmini ve kararlılığını içimizde bulabilirsek nostaljiler hakikat aynasında boy göstermeye, boynu bükük güllerimiz istikbal vazosunda yeşermeye başlayacaktır. Siz yeter ki uygun toprak, uygun vazo ve yeterli su bulun ve onlara gözünüz gibi bakın. Her şey bugüne nazaran daha da güzelleşecek ve hayat anlamını bulacaktır. Bu arzuyu yaşayacak ve yaşatacak gönüllere bugün ne çok ihtiyacımız vardır.
M. NİHAT MALKOÇ


Günün Sözü : " Çocuklar bazı şeyleri tam anlamasalar da, bizim düşünemeyeceğimiz inceliklere sahipler.”




27  Nisan 2020, Antalya-Türkiye

26 Nisan 2020 Pazar

RAMAZAN SOHBETLERİ 2020 (2)




Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî - Vikisöz


Merhaba Gönül Dostlarım,

Toplum olarak temel değerlerimizden olan yardımseverlik, bizleri daha insancıl olmaya ve hayatımızı anlamlı kılmaya yarayan temel unsurlardandır. Yakın yüzyıla bakarak Osmanlı Devletinin yardımseverliğe ne derecede önem verdiğini ''sadaka taşlarını'' örnek göstererek anlayabiliriz. 
osmanlıda sadaka taşı nedir ile ilgili görsel sonucu Sadaka Taşı Hakkında bilgi Osmanlıda, derdini kimseye anlatamayan fakirler ihtiyacı olduğunda gecenin geç saatlerinde sadaka taşının yanına para almaya gelirlermiş. Parayı aldıktan sonra, kalanını kendisi gibi ihtiyacı olanları düşünme terbiyesi ile bırakır ve sadakayı bırakana kalbinden duasını edip dönermiş.


Maddi durumu iyi olan İnsanlar bu taşlar üzerine ihtiyaç sahiplerinin alması için sadaka bırakırlarmış, ihtiyacı olan kişilerse bu taşlar üzerinden ne kadar ihtiyacı varsa o kadar alırlarmış, günümüz ile kıyasladığımız zaman çok üst seviyede bir davranış değil mi?

****
11 ayın sultanı olarak kabul edilen Ramazan ayı dini açıdan taşıdığı önemin yanı sıra sosyal açıdan da dayanışmanın ve yardımlaşmanın da en yüksek olduğu aydır.

 Zenginler fakirlerin açlık hallerini ancak oruçtaki açlıkla tam anlayabilirler. Oruçlu zengin, fakirin ne kadar merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu o zaman anlar. Yani zenginin de nefsine açlık çektirme mecburiyeti lazımdır ki, hakiki açlığın ne olduğunu anlayabilsin. O halde oruç sosyal hayatın tanzimi için de bir vasıtadır.
Zaman zaman kimileri ben fakir bulamıyorum ki bir sadaka vereyim, herkesi zengin görmekle yardım elini uzatmak istemeyenler var. Oysa herkes kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir.
Aç ve fakir insanları görmek isteyen varsa? Çöplüklerden ekmek toplayan,  sosyal yardımlaşma vakfı önünde evine  bir kap yemek götürmek için sırada bekleyen, iş umudu ile gurbete giden, iş bulamayan, park ve sokaklarda aç bekleyen insanlara bakın,
Keza, onurlu insanların fırıncılara gizlice yaptıkları müracaat sayısına bakın. Fakir var mı, yok mu? Kararı verin.
İnsanlar arası yardımlaşma ve dayanışmayı en güzel ifade eden Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmaktadır: ”Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.”  “Dicle kenarında kayıp olan bir hayvandan” kendini sorumlu tutan Hz. Ömer (r.a.) gene; ekmeği olmayan aç bir aile için “sırtına aldığı un torbası” hadisesi, bize sosyal adaleti, hayat-i içtimaiye de ki dayanışmayı, yardımlaşmayı ve güveni gösteren en güzel örnektir.
Sosyal yardımlaşma ve dayanışma öncelikle bireyin toplum karşısında sorumluluğunu bilmelidir. Hele Müslüman toplumu içerisinde yardımlaşmanın vasıtası olan zekat İslam’ ın köprüsüdür, yardımlaşma onunla sağlanır. Hatta asayişi sağlayan zekattır. Zengin zekatını verdiği zaman, fakir de zengine karşı hürmetkar olur. Yoksa “Ben tok olayımda, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!”derse o zaman fakir de zengine karşı kin ve adavet besler, zengini düşman görür, hatta asayişi bozmaya kalkar, memleket dahi huzursuz olur. Görüldüğü üzere sosyal adalettin garantisi ve huzurun temini için, zekat iyi bir vasıtadır.
Zekat İslam’ ın şartıdır. Sadaka ise onun ziynetidir. Biri malın bereketine diğeri belanın def’ine vesiledir.
Rüstem Garzanlı/Diyarbakır
 Kaynak : Risale Ajans
Günün Sözü: 
" Ramazan ayının mübarekiyeti hürmetine evrenimizdeki son yüzyılın en büyük salgını olan Koronavirüsten, başta ülkem insanları olmak üzere, tüm dünya insanlarının  kurtulmasını ve ayrıca barış, huzur, yardımlaşma ve dayanışmaya vesile olmasını dilerim."

 Öncesi rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennem azabından kurtuluş olan Ramazan Ayı' nın, hepimiz için huzurlu ve bereketli geçmesini diliyorum. Cenabı-ı Hak, yaptığımız ve yapacağımız yardımları kabul eylesin, bizlere, Ramazan Bayramı’na kavuşmayı nasip eylesin
Saygılarımla,