Kitap
Merhaba Gönül Dostlarım,
Yazımızdan önce, Barış Pınarı Harekatı’na katılan tüm Mehmetçiklerimize şükranlarımızı sunarken, şehitlerimize Allah’tan rahmet Gazilerimize acil şifalar dileklerimizi iletirim.
Düşer omuzlarımıza,
kar tanesi gibi usulca,
yağmur gibi yıkar ruhumuzu,
arındırır tozdan kirden, tekdüzeliklerden…
kar tanesi gibi usulca,
yağmur gibi yıkar ruhumuzu,
arındırır tozdan kirden, tekdüzeliklerden…
İnsan vardır, yüzü güler, gönlü cömert, ufku geniş; onunla oturdukça oturmak istersiniz; muhabbetinden keyf ve feyiz alır, ilham bulur, farkında bile olmadan ne çok şey öğrenirsiniz.
Yanından kalktığınızda az buçuk değişmiş, zenginleşmiş olarak yolunuza gidersiniz. Hafiflemiş olarak, rüzgârda tüy gibi. İçinizde bir gonca gül açılır, katmer katmer renklenir.
Elinizde olmadan hayata gülümsersiniz. Yine görmek istersiniz o kişiyi, ilk fırsatta yeniden buluşmak.Sohbetine doyamaz, ruhunun dibini bulamazsınız, öylesine derin. Bir saklı cevherdir, ilk bakışta belli olmayan.
Uçsuz bucaksız bir denizdir kıyılarına varılmayan.
Uçsuz bucaksız bir denizdir kıyılarına varılmayan.
O kadar azdır ki böyleleri, bulunca ömür boyu dostluğunun ipini bırakmak istemez, kıymetini bilirsiniz; güzelliği arayan bir mürit gibi, muhabbete susamış bir münzevi gibi, ateşe meyyal pervane gibi etrafında incecik çemberler çizersiniz.
Dostlukla, hayranlıkla..
Gurbet
Bir türlü kelimenin karşılığına denk gelemezsin Batı dillerinde. Uzun yıllardır göç veren, insanlarını ya ekonomik, ya politik, ya dinsel, ya duygusal sebeplerle uzaklara gönderen, sürgünlere yollayan, yokluğuna mahkûm eden toplumlarda bulursun ancak “gurbet” kelimesini. Göç almaya alışkın, gelişmiş ve müreffeh Batı toplumlarının sözlüklerinde yoktur böyle bir tını… Ne de böyle bir hüzün, böyle bir diken gramerlerinde.
Gurbet görünmez bir kıymıktır çünkü, batar etine; derinin altında, parmağının ucunda sıkışmış kalmıştır, yaşar seninle. Çıkarmaya kalksan çıkaramazsın, göstermek istesen onu da yapamazsın. Etin kemiğindir artık, bedeninden bir parça. Ayrılmaz bir uzvundur, ne kadar yabancı, ayrıksı olsa da.
Tam yirmi yedi senedir gurbette yaşayan bir Türk aileyle tanıştım. Kapılarını açtılar, yüreklerinin perdesini araladılar. Onlar anlattı, ben dinledim. Fotoğraflara baktık Uzun uzun. Artık üretilmeyen kartpostallar, nicedir hayatta olmayan akrabalar, bir gölgeden ibaret anılar, binlerce kez anlatılmış askerlik hatıraları, darbe sonrası memleketimden insan manzaraları…
Torunlar bizimle oturdu, çaktırmadan tebessüm ettiler duygusallığımıza. İngilizceyi su gibi, Türkçeyi aksanlı ve kırık dökük konuşan, anadillerinde hiç kitap okumayan, Türkiye’ ye dair kallavi ve sabit fikirleri olan gençler… Türk asıllı İngilizler. Dışarıda çayı porselen fincanda ve sütlü, evde ise muhakkak demli ve ince belli cam bardaklarda içenler.
“Bir gün döneriz” diyor babaları, sonra kaşlarıyla en genç oğlunu işaret ediyor: “Ama bunlar dönmez. Yazları gidince bile yadırgıyorlar.”
Köşede oturan yaşlı dede inceliyor beni, konuşmuyor. Kulaklarının iyi işitmediğini, aklının ise bir gelip bir gittiğini söylüyorlar. İlk başlarda ne vakit söz alsam ona da sesleniyorum ama çok geçmeden ben de diğerleri gibi kanıksıyorum onun var ile yok arası sessiz tanıklığını. Bir tuhaf eşya gibi kenarda duruyor. Ben de görmez oluyorum. Çaylar, börekler ve kenarından tırtıkladığım incir tatlısının ardından ayrılmak üzereyken aniden arkamdan birisi sesleniyor. Dönüp bakıyorum ki dede. Yanına gidiyoruz, sesi boğuk bir hırıltı gibi çıkıyor.
Rahatsız ettim endişesiyle birkaç kelime geveliyorum. Ailenin gelini imdada yetişiyor. Yazar olduğumu söylüyor. “Edebiyatçı kısmı böyle meraklı olur” dercesine. Ama yaşlı adam ikna olmuşa benzemiyor, gözleri üzerimde; hatta hafif sinirleniyor bize, ne dediğini anlamadık diye. Tekrar ediyor. Ancak o zaman anlıyorum deminden beri ne dediğini: “Bana niye sormadın?”
Bana niye sormadın hikâyemi? Onlara sordun da bana niye anlattırmadın? Çantamı bırakıp yanına oturuyorum. Ona soruyorum bu sefer seneler evvel buralara nasıl geldiğini. Başlıyor anlatmaya. Söylediklerinden bir şey anlaşılmıyor, sesi bozuk bir gramofondan yükselen eski bir türkü gibi tanıdık, inip çıkıyor. Dinliyorum. Ne anladığımın, hatta ne konuşulduğunun bile önemi yok. Önemli olan onun anlatıyor olması. Ayrılırken bir cümleyi yakalayıveriyorum.
Dişsiz ağzından topladığım birkaç hece düşüyor önüme. îpi kopmuş tespih taneleri gibi.
“Taş yerinde ağırdır” diyor gülümseyerek. “Bizim bir ağırlığımız kalmadı bu dünyada.”
Sessizce çıkıyorum oradan. Kapanıyor kapı ardımdan.
Bir gurbet sahnesidir tanık olduğum; avuçlarımda, saçlarımda kelimeler…
● ELİF ŞAFAK / ŞEMSPARE
Günün Sözü: " Oysa insan gittiği her yerde kendinden bir parça arar, bulursa sıla olur. Bulamazsa gurbet... "
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder