Merhaba Gönül Dostlarım,
" Bülbülü Öldürmek " başlıklı dünkü yazımızın bir devamı niteliğindeki bu bölümde , Kitap ve yazarı hakkında bilgi vermek ve aynı zamanda Kitabın öyküsünü sizlerle paylaşmak istiyorum. İçeriği çok uzun olması nedeniyle ön bilgi bölümümüzü kısa tutmak zorunda kaldım.
Önce Kendinizi Sevin sonra da Sevdiklerinizin ve sahip olduklarınızın değerini bilin ki,
Mutluluğunuz daim olsun... En iyi dileklerimle. Esen kalın...
Unutmayın ki, sizin beğenmediğiniz yaşantınız, bir başkasının hayali olabilir...
Mutluluğunuz daim olsun... En iyi dileklerimle. Esen kalın...
Unutmayın ki, sizin beğenmediğiniz yaşantınız, bir başkasının hayali olabilir...
Bülbülü Öldürmek nasıl yazıldı, işte öyküsü!
Amerikan edebiyatını derinden sarsan ve bugüne dek 60 milyon kopyadan fazla satan Bülbülü Öldürmek ve geçtiğimiz günlerde yayınlanan Tespih Ağacının Gölgesinde nasıl yazılabildi? Harper Lee Türkçede ilk kez yayımlanan öyküsü: “Benim İçin Noel de anlatıyor:
Benim İçin Noel
Birkaç yıl önce, New York’ta yaşayıp bir havayolu firmasında çalışırken, Noellerde Alabama’ya gidemiyordum; hatta bırakın Alabama’ya gitmeyi, günlük izin bile alamıyordum. Evinden uzak bir Güneyli için New York’ta Noel geçirmek hüzünlü olabiliyor; ama bu hüzün evden uzak, tuhaf bir yerde olmaktan değil, tam tersine sahnenin çok aşina olmasından kaynaklanıyordu: Noel alışverişindeki New Yorklular da ağırkanlı Alabamalılarla aynı kararlılıkla hareket ediyorlardı; Salvation Army bandoları ve Noel şarkıları zaten dünyanın her yerinde aynıydı; yılın o zamanında New York sokaklarını ıslatıp pırıl pırıl parlatanla kışın Alabamalı çiftçilerin tarlalarına yağan aynı yumuşak yağmurdu.
Evden uzak olduğum için Noel’i özlediğimi sanıyordum. Oysa özlediğim bir hatıraydı, göçeli yıllar olmuş yaşlıların hatırası, büyükbabamların kuzenlerimle, saparnayla ve ökseotuyla dolup taşan evlerinin hatırasıydı. Av çizmelerinin seslerini, birden açılan kapıdan içeri dolan çam iğnelerini ve istiridye sosu kokusunu bıçak gibi kesen buz gibi rüzgârı özlüyordum. Ağabeyimin Noel gecesi öncesi takındığı o dürüstlük maskesini ve babamın “Neşe Dolsun Dünya” şarkısını mırıldanan bariton sesini özlüyordum.
New York’tayken genellikle günümü ya da günden geriye ne kalmışsa artık, Manhattan’daki en yakın arkadaşlarımla geçiriyordum. Halleri vakitleri yerinde olan genç bir çifttiler. Bu durum dönem dönem değişebiliyordu, çünkü ailenin reisi yaşamını yazarlık gibi istikrarsız bir işten kazanıyordu. Çok zeki ve enerjikti; tek kusuru sözcük oyunlarından fazla hoşlanmasıydı.
Hem bir yazarda, hem de birilerine bakmakla yükümlü insanlarda pek rastlanmayacak değişik bir yönü vardı; korkusuz bir iyimserliğe sahipti – şu bir şeyi dilersen olur tarzında değil de ulaşılabilecek bir hedef belirleyip o yolda riskleri göze alabilen tarzda. Cüretkârlığı bazen arkadaşlarının dudağını uçuklatıyordu – o koşullarda yaşayan başka kim Manhattan’da bir ev almaya kalkardı ki? Parlak önderliği sayesinde bu da başarılmıştı: Gençlerin çoğu böyle şeyleri sadece hayal etmekle yetinirken o ailesi için hayal ettiklerini gerçekleştirmiş ve insanoğlunun ayak bastığı toprağın sahibi olma yönündeki o ilkel dürtüsünü tatmin etmişti. New York’a Güney Batı’dan gelmiş ve tüm Güney Batılılar gibi Doğu’daki en güzel kızı bulup evlenmişti.
Bu peri misali muhteşem kadın, iki güçlü kuvvetli oğlan doğurmuş; o oğlanlar da büyüdükçe en sert elin annelerininki olduğunu öğrenmişlerdi. Bu koca yürekli kadın mutfakta uzun saatler geçirir, ailesi ve arkadaşları için muhteşem lezzet harikaları yaratırdı.
Bu güzel çift maddi manevi çok sağlıklı oldukları gibi son derece faal yaşamlarında da pek mutluydular. Beni onlara çeken ortak ilgi alanlarımızın yanı sıra sevgiydi: Aramızda sürekli okuyacak bir şeyler geçerdi elden ele; aynı filmlerden, oyunlardan ve müziklerden hoşlanıyorduk; aynı şeylere gülüyorduk… sahi ne çok gülüyorduk o günlerde.
Beraber geçirdiğimiz Noel’ler basitti. Hediyelerimiz için bir dolarlık üst sınır belirlemiş ve işi bir yarışmaya çevirmiştik. En çılgın hediyeyi en ucuza kim alacaktı? Noel’in esas keyfini çıkaranlar çocuklardı, ki bence de öyle olmalıydı. Çocuklar için düzenlenen bir gün olmasının dışında Noel’in anlamı üzerine düşünmeyi bırakalı uzun yıllar olmuştu. Bana göre Noel sadece eski aşkların ve boş odaların hatırasıydı; her yıl tuhaf bir sızıyla yeniden uyanan o geçmişle birlikte hatıralarımı da içime gömmüştüm.
Bir Noel vardı ki, hepsinden farklıydı. Şanslıydım. Bütün gün izinliydim ve Noel Arifesini de onlarla geçirmiştim. Sabah küçük bir elin yüzümü mıncıklamasıyla uyandım. Elin sahibinden tek duyabildiğim “kalk” oldu. Aşağı indiğimde Noel Baba’nın getirdiği cep roketlerini ve uzay ekipmanlarını gören küçük oğlanların yüz ifadelerine şahit oldum. Başta oyuncaklara çekine çekine dokundular. Kontrolleri bittiğindeyse her şeyi salonun ortasına taşıdılar.
Çocuklar hediyelerin devamı da olduğunu keşfedene kadar şamata koptu. Babaları hediyeleri dağıtmaya başladığında, kurnazlıkla bulduğum ucuz hediyelerin nasıl karşılanacağını düşündükçe kendi kendime sırıtıyordum. Baba için 35 sente bir Sydney Smith portresi almıştım; anne içinse usanmadan arayışlarımın meyvesi olarak Margot Asquith’in Bütün Eserleri’ni bulmayı başarmıştım. Çocuklar hangi paketi açacaklarına karar verememenin sancılarını çekerken ben de bekliyordum; annelerinin koltuğunun yanında ufak bir hediye yığını olduğunu fark etmiştim, ama henüz bir tane bile almamıştım. Göstermemeye çalışsam da zaman geçtikçe hayal kırıklığım artıyordu.
Uzun bir bekleyiş oldu. Sonunda anneleri, “Seni unutmadık. Ağacın üstüne bak,” dedi.
Ağacın üstünde adıma bir zarf vardı. Açtım ve içindeki notu okudum: “İstediğini yazabilmen için işinden bir yıllık izin. Mutlu Noeller.”
“Ne demek bu?” diye sordum.
“Ne yazıyorsa o,” dediler.
Bunun bir şaka olmadığına beni temin ettiler. Bu yıl iyi kazanmışlardı. Kenara bir şeyler koyabilmişlerdi ve artık benim için bir şey yapmaları gerektiğini düşünüyorlardı.
“Benim için bir şey yapmak derken, ne demek istiyorsunuz?”
Aslını söylemek gerekirse –madem sormuştum– benim gerçekten yetenekli olduğumu düşünüyorlardı ve…
“Buna nasıl karar verdiniz?”
Dediklerine göre beni tanıyan herkes için bu barizdi, yeter ki durup bakmaya zahmet etsinler. Bana olan inançlarını en güzel şekilde göstermek istiyorlardı. Bir kitap bile satıp satamamam önemli değildi. Zanaatımı öğrenmem için, düzenli bir işin kaygılarından uzak, eksiksiz ve adil bir hayat ihtimali sunmak, bir şans tanımak istiyorlardı bana. Hediyelerini kabul eder miydim? Hiçbir şartı, koşulu yoktu. “Lütfen, sana sevgimizi göstermemize izin ver…”
Boğazım düğümlenmişti. Nihayet konuşabildiğimde, delirdiniz mi, diye sordum. Bu işin bir yere varacağını nasıl düşünmüşlerdi? Öyle savuracak paraları yoktu. Bir yıl uzun bir zamandı. Ya çocuklar kötü bir hastalık geçirirlerse? İtirazlarım peş peşe yığıldıkça her biri reddediliyordu. “Hepimiz genciz,” dediler. “Ne olursa olsun baş edebiliriz. Bir felaket durumunda her zaman bir iş bulabilirsin. Tamam, istersen borç gibi düşün. Sadece kabul etmeni istiyoruz. Sadece bırak sana inanalım. Kabul etmek zorundasın.”
“Bu müthiş bir kumar,” diye söylendim. “Çok büyük bir risk.”
Arkadaşım gözlerini salonda gezdirdi, parlak Noel ambalaj kâğıtlarının altında yarı gömülü oğullarına baktı. Gözleri, karısınınkilerle kesişince parladı ve güven dolu bir bakış paylaştılar. Daha sonra bana döndü ve sakin bir şekilde; “Hayır, tatlım. Risk yok. Biz eminiz,” dedi.
Noel Günü New York’ta pek beklenmeyecek şekilde kar yağıyordu. Yaşadığım mucizeden sarsılmış halde pencereye gittim. Sokağın karşısında Noel ağaçlarının yumuşak siluetleri seçiliyor; çocukların gölgeleri şöminenin ışığıyla birlikte yanımdaki duvarda dans ediyordu. Yeni bir hayat şansı, tam ve adil. Cömertlikle değil sevgiyle verilmiş. Dudaklarından dökülen sana olan inancımız sözü. Yüzlerini kara çıkarmamak için elimden geleni yapacaktım. Aşağıdaki kaldırıma hâlâ kar yağıyordu. Kahverengi çatılar yavaş yavaş beyaza büründüler. Uzak gökdelenlerin ışıkları bir yolun ıssız sonundaki sarı işaretler halinde parlıyordu ve ben pencerede durmuş ışıklara ve kara bakarken eski bir hatıranın sızısının ebediyen geçtiğini hissettim.
Not: Harper Lee daha sonra Tespih Ağacının Gölgesinde’yi ve Bülbülü Öldürmek’i yazacaktı. Bu öykü ilk kez McCall’s dergisinin Aralık 1961 sayısında ChristmasTo Me adıyla yayımlanmıştır. Çeviri: Barış Cezar
edebiyathaber.net (22 Aralık 2015)
Benim İçin Noel
Birkaç yıl önce, New York’ta yaşayıp bir havayolu firmasında çalışırken, Noellerde Alabama’ya gidemiyordum; hatta bırakın Alabama’ya gitmeyi, günlük izin bile alamıyordum. Evinden uzak bir Güneyli için New York’ta Noel geçirmek hüzünlü olabiliyor; ama bu hüzün evden uzak, tuhaf bir yerde olmaktan değil, tam tersine sahnenin çok aşina olmasından kaynaklanıyordu: Noel alışverişindeki New Yorklular da ağırkanlı Alabamalılarla aynı kararlılıkla hareket ediyorlardı; Salvation Army bandoları ve Noel şarkıları zaten dünyanın her yerinde aynıydı; yılın o zamanında New York sokaklarını ıslatıp pırıl pırıl parlatanla kışın Alabamalı çiftçilerin tarlalarına yağan aynı yumuşak yağmurdu.
Evden uzak olduğum için Noel’i özlediğimi sanıyordum. Oysa özlediğim bir hatıraydı, göçeli yıllar olmuş yaşlıların hatırası, büyükbabamların kuzenlerimle, saparnayla ve ökseotuyla dolup taşan evlerinin hatırasıydı. Av çizmelerinin seslerini, birden açılan kapıdan içeri dolan çam iğnelerini ve istiridye sosu kokusunu bıçak gibi kesen buz gibi rüzgârı özlüyordum. Ağabeyimin Noel gecesi öncesi takındığı o dürüstlük maskesini ve babamın “Neşe Dolsun Dünya” şarkısını mırıldanan bariton sesini özlüyordum.
New York’tayken genellikle günümü ya da günden geriye ne kalmışsa artık, Manhattan’daki en yakın arkadaşlarımla geçiriyordum. Halleri vakitleri yerinde olan genç bir çifttiler. Bu durum dönem dönem değişebiliyordu, çünkü ailenin reisi yaşamını yazarlık gibi istikrarsız bir işten kazanıyordu. Çok zeki ve enerjikti; tek kusuru sözcük oyunlarından fazla hoşlanmasıydı.
Hem bir yazarda, hem de birilerine bakmakla yükümlü insanlarda pek rastlanmayacak değişik bir yönü vardı; korkusuz bir iyimserliğe sahipti – şu bir şeyi dilersen olur tarzında değil de ulaşılabilecek bir hedef belirleyip o yolda riskleri göze alabilen tarzda. Cüretkârlığı bazen arkadaşlarının dudağını uçuklatıyordu – o koşullarda yaşayan başka kim Manhattan’da bir ev almaya kalkardı ki? Parlak önderliği sayesinde bu da başarılmıştı: Gençlerin çoğu böyle şeyleri sadece hayal etmekle yetinirken o ailesi için hayal ettiklerini gerçekleştirmiş ve insanoğlunun ayak bastığı toprağın sahibi olma yönündeki o ilkel dürtüsünü tatmin etmişti. New York’a Güney Batı’dan gelmiş ve tüm Güney Batılılar gibi Doğu’daki en güzel kızı bulup evlenmişti.
Bu peri misali muhteşem kadın, iki güçlü kuvvetli oğlan doğurmuş; o oğlanlar da büyüdükçe en sert elin annelerininki olduğunu öğrenmişlerdi. Bu koca yürekli kadın mutfakta uzun saatler geçirir, ailesi ve arkadaşları için muhteşem lezzet harikaları yaratırdı.
Bu güzel çift maddi manevi çok sağlıklı oldukları gibi son derece faal yaşamlarında da pek mutluydular. Beni onlara çeken ortak ilgi alanlarımızın yanı sıra sevgiydi: Aramızda sürekli okuyacak bir şeyler geçerdi elden ele; aynı filmlerden, oyunlardan ve müziklerden hoşlanıyorduk; aynı şeylere gülüyorduk… sahi ne çok gülüyorduk o günlerde.
Beraber geçirdiğimiz Noel’ler basitti. Hediyelerimiz için bir dolarlık üst sınır belirlemiş ve işi bir yarışmaya çevirmiştik. En çılgın hediyeyi en ucuza kim alacaktı? Noel’in esas keyfini çıkaranlar çocuklardı, ki bence de öyle olmalıydı. Çocuklar için düzenlenen bir gün olmasının dışında Noel’in anlamı üzerine düşünmeyi bırakalı uzun yıllar olmuştu. Bana göre Noel sadece eski aşkların ve boş odaların hatırasıydı; her yıl tuhaf bir sızıyla yeniden uyanan o geçmişle birlikte hatıralarımı da içime gömmüştüm.
Bir Noel vardı ki, hepsinden farklıydı. Şanslıydım. Bütün gün izinliydim ve Noel Arifesini de onlarla geçirmiştim. Sabah küçük bir elin yüzümü mıncıklamasıyla uyandım. Elin sahibinden tek duyabildiğim “kalk” oldu. Aşağı indiğimde Noel Baba’nın getirdiği cep roketlerini ve uzay ekipmanlarını gören küçük oğlanların yüz ifadelerine şahit oldum. Başta oyuncaklara çekine çekine dokundular. Kontrolleri bittiğindeyse her şeyi salonun ortasına taşıdılar.
Çocuklar hediyelerin devamı da olduğunu keşfedene kadar şamata koptu. Babaları hediyeleri dağıtmaya başladığında, kurnazlıkla bulduğum ucuz hediyelerin nasıl karşılanacağını düşündükçe kendi kendime sırıtıyordum. Baba için 35 sente bir Sydney Smith portresi almıştım; anne içinse usanmadan arayışlarımın meyvesi olarak Margot Asquith’in Bütün Eserleri’ni bulmayı başarmıştım. Çocuklar hangi paketi açacaklarına karar verememenin sancılarını çekerken ben de bekliyordum; annelerinin koltuğunun yanında ufak bir hediye yığını olduğunu fark etmiştim, ama henüz bir tane bile almamıştım. Göstermemeye çalışsam da zaman geçtikçe hayal kırıklığım artıyordu.
Uzun bir bekleyiş oldu. Sonunda anneleri, “Seni unutmadık. Ağacın üstüne bak,” dedi.
Ağacın üstünde adıma bir zarf vardı. Açtım ve içindeki notu okudum: “İstediğini yazabilmen için işinden bir yıllık izin. Mutlu Noeller.”
“Ne demek bu?” diye sordum.
“Ne yazıyorsa o,” dediler.
Bunun bir şaka olmadığına beni temin ettiler. Bu yıl iyi kazanmışlardı. Kenara bir şeyler koyabilmişlerdi ve artık benim için bir şey yapmaları gerektiğini düşünüyorlardı.
“Benim için bir şey yapmak derken, ne demek istiyorsunuz?”
Aslını söylemek gerekirse –madem sormuştum– benim gerçekten yetenekli olduğumu düşünüyorlardı ve…
“Buna nasıl karar verdiniz?”
Dediklerine göre beni tanıyan herkes için bu barizdi, yeter ki durup bakmaya zahmet etsinler. Bana olan inançlarını en güzel şekilde göstermek istiyorlardı. Bir kitap bile satıp satamamam önemli değildi. Zanaatımı öğrenmem için, düzenli bir işin kaygılarından uzak, eksiksiz ve adil bir hayat ihtimali sunmak, bir şans tanımak istiyorlardı bana. Hediyelerini kabul eder miydim? Hiçbir şartı, koşulu yoktu. “Lütfen, sana sevgimizi göstermemize izin ver…”
Boğazım düğümlenmişti. Nihayet konuşabildiğimde, delirdiniz mi, diye sordum. Bu işin bir yere varacağını nasıl düşünmüşlerdi? Öyle savuracak paraları yoktu. Bir yıl uzun bir zamandı. Ya çocuklar kötü bir hastalık geçirirlerse? İtirazlarım peş peşe yığıldıkça her biri reddediliyordu. “Hepimiz genciz,” dediler. “Ne olursa olsun baş edebiliriz. Bir felaket durumunda her zaman bir iş bulabilirsin. Tamam, istersen borç gibi düşün. Sadece kabul etmeni istiyoruz. Sadece bırak sana inanalım. Kabul etmek zorundasın.”
“Bu müthiş bir kumar,” diye söylendim. “Çok büyük bir risk.”
Arkadaşım gözlerini salonda gezdirdi, parlak Noel ambalaj kâğıtlarının altında yarı gömülü oğullarına baktı. Gözleri, karısınınkilerle kesişince parladı ve güven dolu bir bakış paylaştılar. Daha sonra bana döndü ve sakin bir şekilde; “Hayır, tatlım. Risk yok. Biz eminiz,” dedi.
Noel Günü New York’ta pek beklenmeyecek şekilde kar yağıyordu. Yaşadığım mucizeden sarsılmış halde pencereye gittim. Sokağın karşısında Noel ağaçlarının yumuşak siluetleri seçiliyor; çocukların gölgeleri şöminenin ışığıyla birlikte yanımdaki duvarda dans ediyordu. Yeni bir hayat şansı, tam ve adil. Cömertlikle değil sevgiyle verilmiş. Dudaklarından dökülen sana olan inancımız sözü. Yüzlerini kara çıkarmamak için elimden geleni yapacaktım. Aşağıdaki kaldırıma hâlâ kar yağıyordu. Kahverengi çatılar yavaş yavaş beyaza büründüler. Uzak gökdelenlerin ışıkları bir yolun ıssız sonundaki sarı işaretler halinde parlıyordu ve ben pencerede durmuş ışıklara ve kara bakarken eski bir hatıranın sızısının ebediyen geçtiğini hissettim.
Not: Harper Lee daha sonra Tespih Ağacının Gölgesinde’yi ve Bülbülü Öldürmek’i yazacaktı. Bu öykü ilk kez McCall’s dergisinin Aralık 1961 sayısında ChristmasTo Me adıyla yayımlanmıştır. Çeviri: Barış Cezar
edebiyathaber.net (22 Aralık 2015)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder