15 Aralık 2019 Pazar

TÜRK SİNEMASINDAN ANILAR ( 3 )










Merhaba Gönül Dostlarım,

Ahmet Tarık Tekçe 15 Aralık 1920 tarihinde doğdu, Türk sinemasının bir dönem en iyi yardımcı erkek oyuncularındandı. 300'ün üzerinde filmde rol alan Ahmet Tarık Tekçe, 1950'li yılların sonlarında Türk sinemasının en çok gişe yapan oyuncusu olarak görülüyordu. Yapımcıların film yapmak için peşinde sıraya girdiği Tekçe için Yeşilçam' da 'Kitapsız ilim, Ahmet Tarıksız film olmaz' sözü ortaya çıkmıştı. 
Tekçe, bir film galasına giderken Karabük'te 4 Ekim 1964'te geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybetmişti.Değerli sanatçımızı saygı ve minnetle anıyoruz. Ruhu şad olsun....
*****
Evet, Türk sinemasında böyle altın insanlar da vardı. Yazık ki hiç uğruna, pisi pisine, bir filmin galasına Karabük e giderken geçirdiği trafik kazası sonucu kaldırıldığı Ankara Hacettepe Hastanesi' nde hayata gözlerini yumdu.
Olayı öğrenir öğrenmez yıldırım gibi Karabük'e gittim. Şoför ölmüş, kendisi komadaydı. Hatice hanım 19 yerinden yara almıştı. Filiz Akın’la Türker İnanoğlu’ na hiçbir şey olmamıştı.
Filiz, ağlayarak, «Biz mahvolduk Öztürk» diye sarıldı. Durum faciaydı. Çarpışmanın etkisiyle Tekçe' nin kafatası ağır bir darbe yemiş, beyin şişerek süngerleşme yapmıştı. Tekçe hiç sarsılmadan Ankara’ya götürülmek zorundaydı. Ama yol bozuktu, hasta taşınamazdı o yolda. Doktorların dediğine göre sonuç yüzde yüz ölüm olurdu.
Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi ve yazıZor zamanlarda verdiğim ani kararlardan çoğu kez iyi sonuç almışımdır. Sinemacı Ali beye, bana hemen telefon bulmasını söyledim. Günlerden pazardı. İlkokulu açtırdı. Rahmetli Cevdet Sunay o zamanlar Genel Kurmay Başkanıydı ve beni çok severdi. Hemen onu buldurdum. Aramızda şu ilginç konuşma geçti:
«Sevgili paşam, ellerinizden öperim...
«Nasılsın Öztürk?»
«Sevgili paşam, üzülerek beyan ederim ki iyi değilim efendim. Zat-ı âlinizi çok önemli bir konu için rahatsız ediyorum, beni affediniz...
«Hayırdır inşallah, seni böyle üzüntülü duymak beni de üzdü. Merak ettim, nedir arzun?»
Kendimi tutamayarak ağlamaya başladım :
«Dün öğleye doğru, Karabük'e giderken Ahmet Tarık Tekçe büyük bir kaza geçirdi. Ve şimdi ölümle pençeleşiyor. Şu anda komada. Beyni süngerleşmiş. Doktorlar en ufak sarsıntının, bütün umut kapılarını kapayacağını söylüyorlar. Tek şansımız, tahsis edeceğiniz bir helikopterle onu Hacettepe’ ye taşımaktır. Bu lütfü bizden esirgemeyin...
Paşa çok üzülmüştü:
«Vah vah vah, çok sever ve takdir ederim sayın Ahmet Tarık'ı. Bir dakka...
Elimle ahizeyi kapatarak, ordakilere zafer işareti yaptım. Sevinçten zıplamaya başlamalarını, birbirlerine sarılmalarını, ömrünce unutmayacağım. Dakikalar yıllar gibi geçiyordu sanki. Bekliyorduk. Herkes telefonun ucundan gelecek ve benim ileteceğim kesin «evet »i bekliyordu. Çıt çıkmıyordu. Sonunda paşanın sesi duyuldu
«Oğlum Öztürk...
«Emredin paşam...»
«Bak oğlum, şimdi söylediler. Görüş mesafesi çok darmış. Pus, helikopterin uçmasına uygun değilmiş diyorlar. ..
Beynimin bütün damarları çekilmişti sanki. Bu haberi hiç beklemiyordum. Şimdi ona ne söylemeliydim ki ya da nasıl bir zeka oyunuyla ikna etmeliydim? Yıldırım gibi aklıma geldi:
«Sayın paşam, beni mazur görün, affınıza sığınarak bir soru yöneltmek istiyorum. Bağışlar mısınız?»
«Tabii Öztürk, ne demek...»
«Paşam, şayet şu anda harp hali olsa, götürülmek zorunda olan da yaralı bir paşa olsa, acaba helikopter bu şartlarla havalanır mıydı?»
Bir an durakladı:
«Ee, tabi taşınırdı. O başka iş...
Ben hemen bastırdım:
«O halde bu adam da Türk sinemasının paşasıdır. Sizden Türk sineması adına rica ediyorum...
Cevdet Sunay Paşa küçük bir kahkaha atarak şöyle karşılık verdi:
«Seni gidi kurnaz, seni gidi Karadeniz çakalı seni! Bir dakka...»
Konuşmalarımızı dinleyen odadakilerin yüzünde beni takdir eden ifadelerin sıcaklığı vardı. Put gibi duruyor, bakışlarım bir noktada, hiçbir tepki göstermeden, öylece bu son «bir dakka»nın kritikliğini belli etmemeye çalışıyordum. N’ olur n’ olmazdı.
Derken, genç ve dinamik bir yabancı ses duyuldu:
«Öztürk bey, Genel Kurmay Başkanlığı emir subayıyım.»
«Buyrun efendim.»
«Lütfen, telefonu kapar kapamaz, hastanenin bahçesine, orası uygun değilse büyük bir araziye, bu stad da olabilir, yere çarşaflan haç biçiminde sereceksiniz. Helikopter ancak böylece inebilecek. Ha, şunu da bu arada belirteyim, helikopterin gidiş-geliş akaryakıt ücreti 11 bin TL. dolayında olacaktır. Bu parayı kim ödeyecek?»
«Ben efendim.»
Telefonu kapattım. Odadakilerle sarılarak ağlaştık.
Karabüklülerin gösterdiği duyarlılık ve ilgi son derece büyüktü. Tekçe’ yi helikopter götürürken, bizler de son hızla Ankara yollarına düştük. Hacettepe’ deki ünlü beyin cerrahı Nurhan bey yazık ki kurtaramadı onu. Altıncı günün sonunda Ahmet Tarık kollarımızda vefat etti.
Bir film çekimi molasında, ölümden çok korkan Tekçe, «Şayet ölürsem, mezarımda Guarde Ke Luna parçasını çaldır» demişti bana. Bu vasiyeti ben de ölmeden önce yerine getirmek istiyorum.
Türk sineması onun kaybına alışamadı
Ahmet Tarık Tekçe' nin ölümü o kadar geniş bir çevreyi etkiledi ki bunu yıllarca herkes çekti. Önce ailesi. Koca bir aile vardı çevresinde. Onlar dağıldı. Kısa süre sonra, yokluğuna dayanamayan annesi öldü. Karısına, vaadedilen yardımlar yazık ki tamamlanmadı. Tekçe' nin o dönemde büyük para sayılan 130 bin liralık alacağının üstüne, birçok Yeşilçam filmcisi yatarak ailesine ödemediler.
Yeşilçam' da ne kadar garibem varsa aç kaldı, babasız kaldı, korunmasız kaldı. Türkçesi, Türk sineması onun kaybına uzun yıllar alışamadı. İlginçliğini kaybetti. Zaten onun ölümü, Türk sinemasındaki yaprak dökümünün başlangıcı oldu.
-öztürk serengil / yeşilçam' ı benden sorun kitabından alıntıdır.

https://youtu.be/7MFgySHOxt0
Guarde Ke Luna 


'Kitapsız ilim, Ahmet Tarıksız film olmaz' 


15 Aralık  2019, Antalya-Turkey


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder