Merhaba Değerli Dostlar,
" İSTANBUL KIRMIZISI " Filminin fragmanı ve kısa tanıtımıyla ile ilgi dünkü yazıma göstermiş olduğunuz ilgilerinize çok teşekkür ederim. Yazılarımın siz Gönül Dostlarımla sohbet şeklinde geçmesi için elimden geldiğince uğraş veriyorum, bunda ne kadar başarılı olduğumun bir ölçüsü yok tabii. Bunu ancak sizlerin yazılarıma gelen görüntüleme ve beğenme istatistiki bilgilerinden azda olsa anlayabiliyorum.
Yazılarımda mümkün olduğu kadar farklı konulara yer vermek okuyucunun yazılardan devamlı yararlanabilmesi, bilgi edinebilmesi ve yeni gelişmelerden haberdar olması, konuların güncelliğini koruması adına mümkün olduğu kadar kendimi yenilemek, hem kendi açımdan gündemi takip edebilmek ve hemde okuyucunun kişisel gelişimine katkı sağlayabildiği inancı içinde olmak veya en azından öyle hissetmek, bana ayrıca şevk ve azim vermektedir.
Bloğuma göstermiş olduğunuz ilgilerinize tekrar tekrar sonsuz teşekkürlerimi arz ederim, sağ olun var olun, iyi ki varsınız...
Önce Kendinizi Sevin ve sonra da Sevdiklerinizin değerini bilin ki, Mutluluğunuz daim olsun...En iyi dileklerimle. Esen kalın.
Ferzan Özpetek
Yönetmen
Ferzan Özpetek, Türk asıllı İtalyan yönetmen, senarist, yazar. Vikipedi
Doğum: 3 Şubat 1959 (58 yaşında), Fenerbahçe, Kadıköy
Kitaplar: İstanbul Kırmızısı, Sen Benim Hayatımsın
Ebeveynleri: Ali Adnan Özpetek, Nesrin ÖzpetekKitaplar: İstanbul Kırmızısı, Sen Benim Hayatımsın
Kardeşleri: Zeynep Aksu
Ödüller: David di Donatello En İyi Film Ödülü, Diğer
Ferzan Özpetek, doğup büyüdüğü şehir olan İstanbul’u yıllardır uzaktan gözlemliyor. Bu sevginin ve hüznün romanı olan İstanbul Kırmızısı, sanatçının sinema eğitimi için İtalya’ya gidişine kadarki İstanbul yaşantısından izler taşıyor. Mesafelerle ölçülebilen uzaklığın kişiyi bir şehre ait olmaktan alıkoyamayacağını, önemli olanın şehirde yaşamak değil, şehri yaşatmak olduğunu gösteriyor.
Filmleriyle tüm dünyada adından söz ettiren Ferzan Özpetek, romancılıkta da bir o kadar iddialı.
Çok yönlülüğe dayalı toplumsal, bireysel bir yaşam kuramadığımız ortada.
En özgür, en özgün tutum, davranışla, işleyişle karşılaşılacağı kestirilebilecek sanat alanında bile kopyacı bir kavrayış sergilemekten kurtulamıyoruz. Sanatta benimsenerek öne çıkarılan bir okulun, tutumun, adın, yapıtın ardılı olmayı daha güvenilir bulduğumuzdan mı nedir, gelişmiş algıya sahip verimleyici, alımlayıcı yansıtımı dışında kitlesellik taşıyan sanatsal ilişkilenişlerde, bununla örtüşür eylemlerle karşılaşmıyor muyuz hep?
Müzikten resme, tiyatrodan sinemaya kitlesel akışlarda edebiyat severlik, müzikseverlik, tiyatro severlik kendine ayrı ayrı yer açarken sanatseverlik olgusu üzerinde gereğince durulmayışı da anlamlı değil mi?
Çoksesliliği başaramayışımızın pek çok nedeni sayılacaktır elbette, ama alışılmışın vaat ettiği bir güvenilir limana sığınma güdüsünün de bunda hatırı sayılır payı olsa gerek. Göreneğe uyularak sergilenen aynı bir yaşama anlayışının giderek bize aynı anlayışta yeme içmeyi, söyleşmeyi, evlenmeyi, eğitimi, beğeniyi, olumlamayı, tapınmayı vb. dayattığı da görmezden gelinmemeli bu arada. Demek biz, bunları kültür içi kılabilmiş değiliz. Toplumca sürekli tarhana bulgur okuyup dinlememiz, izleyip seyretmemiz, paylaşmamız da bunu gösteriyor bir bakıma.
Hep aynı türde roman tiryakisi okur veya sinema tutkunu izleyici olmak yerine şöyle alçakgönüllü sanatsever olmayı sindirebilmek az şey mi? Sözgelimi 33. İstanbul Film Festivalini karşılayan şu günlerde, bu filmler yalnız sinemaseverlere mi sunuluyor? Film konusunda televizyonların dar hendesesine bağlı kalan insanlar bunun ayırdında olmayabilir, ama kimi romanlar, albümler, filmler vb. yüz binlerce insana ulaşırken İstanbul’da böylesi bir sinema tansığının yaşandığının ne ölçüde bilincindeyiz?
Öte yandan yazıncılar arasında sinemacılık yapanlar kadar sinemacılarımız arasında yazına yönelik yapıt üreten de az değil. Bu yılki festivalde Altın Lale Ulusal Yarışma Jüri Başkanlığını üstlenen Derviş Zaim eski bir romancı örneğin. Ama tek romanda bıraktı sanıyorum işi: Ares Harikalar Diyarında (1995). Var mı başka romanı, bilmiyorum. Ama şimdilerde yazınsal üretimleriyle adlarından söz ettiren sinemacıları konu alalım istiyorum biraz da…
Bu hafta yine Zaim gibi, “şimdilik” ilk kitap olarak tek romanla bizi selamlayan, ileride belki kendisinden yenilerini de okuyacağımız dünya sinemasının ünlü bir adı Ferzan Özpetek’ in, onun çiçeği burnunda yazarlık verimi ilk romanına ayıralım istiyorum “Kitaplar Adası” nı: İstanbul Kırmızısı (İtalyancadan çev.: Eren Cendey; Can, 2014)
FİLM SEYREDER GİBİ ROMAN OKUMAK…
Ne sinemacılar ilk kez roman yazıyor, ne de romancılar ilk kez film çekiyor. Peki sinemacılar, filmlerinde birebir evren kuramadıkları, buna ulaşamadıkları, böyle bir kuşku duydukları ya da yazıya döktüklerinde bunu daha iyi yaratabileceklerini umdukları için mi, çocukluğu filmde kurmanın ötesinde, bir kez de yazının büyüsüyle yaratmaya girişiyor acaba bunu?
Bir sinemacıdan çıktığı belli, en azından yazarının sinemacılığına şaşmadan bakılabilecek bir roman bana göre İstanbul Kırmızısı. Sıcak anlatı yapısı, küçük iklimler yaratarak insanı halkalayıp kucaklaması, tam anlamıyla kare mantığından kopamaması böylesi izlenim bırakıyor insanda.
Çocukluğa, o günlerin yaşantı dilimleriyle çevresine, dokusuna yönelik anımsayışlar, çağrışımlar, bir dizi iç düşünce akışı güdümünde adeta peyzaj renkleriyle, içe dokunan müzikler eşliğinde perdeden akarken, insanın yüreği de köpür köpür kabarıyor durmadan… Hani çocukluğun uçsuz bucaksız evreninde gezinirken iki başlılık yaşar ya insan; hem olabildiğine içindedir yaşamın, bütün soğukluğu, uzaklığına karşın beri yandan da gerçek zamanın dışına bırakılmış atıktır, bunun gibi.
Çocukluk, ilk gençlik yıllarını İstanbul’da geçiren, ama yaşamını artık İtalya’da sürdüren ünlü bir sinemacı olan anlatıcı, İstanbul’a, son bir darbe almak pahasına çocukluğun yıkım törenine gelmiştir sanki. Çünkü söz konusu yılların yaşandığı Boğaz kıyısındaki yalı artık elden çıkarılacaktır. Ne ki o, yine de bir iyimser son yaratmayı başaracaktır, yaşadığı olumsuzluklara karşın…
Bu arada erkeksiz yuvanın hareminde, bütün zamanlar boyunca kendisini kuşatan kadınların uç, aykırı ama hem komik hem de alabildiğine dramatik, hüzünlü yaşamlarına tanıklığa çağırır okuru. Yalı yıkım için gün sayarken harem dağılmıştır belki, ne var ki sesler, görüntüler anlatıcının bellek sinemasında duruyordur olduğu gibi.
Bütün bunlar son derece duygulu bir okuma ortamının oluşmasına yol açıyor elbette… Hele, “Hiç çözülmemiş gizemler, asla açıklanmamış aile sırları” da (15) söz konusuysa… Yazar da, evin bu örtük yaşamından perde aralayıp haremin gizlerine doğru çekerken durma bizi…
Geçmişe bakarken anneyi, babayı, ötekileri yeniden kurup ortaya çıkarmayı dener “yalnızlıktan hoşlanan”, “öykü hırsızı” (29) anlatıcı. Bütün kurmaları adeta inceden inceye yaşayıp yerli yerine oturtur. Böylelikle başkalarının öykülerine sızıp bunları çalmaya girişir bir bakıma.
İstanbul’a gelirken bir kadın yolcu da vardır aynı uçakta: Anna. Elöyküsel anlatım eşliğinde o da eşiyle, yardımcılarıyla bir ölçüde iş nedeniyle, ama asıl gezip görmek amacıyla İstanbul’a geliyordur. Üstelik o da çocukluğuna dönük vurgunlar yemiştir, babasının “ihanet” ini (60) yaşamıştır, yaralıdır anlatıcı gibi. İkisi arasında birbirinden kopuk ama koşut kurguyla uçakta başlayan düzlemsel paydaşlık, romanın kimi yerlerinde minik çakışmalarla dirsek yapıp sona ulaşırken karakterler aracılığıyla evrensel acıların da burgacına dalarız. Bundan kurtulmanın tek yolu bağlamında ise koşulsuz, sınırsız sevgi çıkar karşımızda.
Bir tür Ferzan Özpetek filmi izliyormuş duygusuyla okuyoruz İstanbul Kırmızısı’ nı. Usulca içe işleyen, bu yönde tohumlar serpen, ancak sinemacıya yakıştırılabilecek kesmelerle, sıçramalarla farklı yerlere, bunların dayanak oluşturduğu öykülere ilmekler atan bir anlatımla yol alıyor roman. Gerçekten de Özpetek, romanı, filmin karelerini ekler gibi küçük, işlevsel ayrıntılar, çağrışımlar, anımsayışlarla ilmikliyor birbirine.
Ancak yazarın, kurgudan, kişilerden çok, içtenliği öne çıkarıp, okurun bu yönde etkilenmesini istediği seziliyor anlatısında.
“İSTANBUL KIRMIZISI”…
İstanbul’un “kırmızı” sı bir simge elbette. Çünkü bütün kırmızıları birleştirerek bir İstanbul kırmızısı koyuyor ortaya yazar. Kan var bunda, sonra Gezi direnişinin kırmızı giysili kadınından anne kırmızısına uzanan, derken kentin lalelerini, haremin ağır havasıyla cinselliğin sınırsızlığını, kültürlerarası kuşatıcılığı, özgürlüklere açılmış aşkları da kuşanan bir kırmızı denebilir sonuçta… Üstü gökyüzü, altı su İstanbul, artık biraz da kırmızıdır bu duruşuyla.
Nitekim “aşk cinsiyet ayırmaz” anlatıcıya göre, “aşk seçer, işte o kadar.” (57) “İmkânsız aşklar, yarım kalmış aşklar, var olabilecekken olmamış aşklar” da (64) söz konusudur bu arada. Yazar, bu açıdan yurtsama gibi “aşksama” yla da yüzleştirmeye girişiyor okuru. Yaşlanmış annenin söyledikleri, anlatıcıyı da irkiltecektir: “Aşk ömürlüktür.” (74)
Bu çok açılı veya ikili yaklaşımların roman evreni içinde bütünüyle örtüştüğü görülüyor aynı zamanda. Örnekse bir yanıyla sığınılıp şefkat umulan ya da yadırganıp yabancılaşılan anne baba, çocukluk, aşk, cinsellik, bunların yaşandığı kent hep bir şaşırtmaca sergiler bu bakımdan. “Kendi(siy)le geçmişi(.) arasına mesafe koymayı yeğ (ler)” (48) zaten anlatıcı hep. Şöyle düşünür hatta; “bir anlığına hayatımın dışına çıkıp bir yabancı gibi bakmak hoşuma gidiyor.” (128)
İkili yaklaşım, Anna ile anlatıcı arasındaki ilişkide de kendini gösterir. Sözgelimi anılar, anımsayışlar, kentin eski dokusu, aile, çocukluk vb. siyah beyaz karelerle hatta sözsüz aktarılırken günümüz yaşamı ise, Anna aracılığıyla üstelik alabildiğine renkli bir Doğu masalı halinde yansıtılıyor. Ayrıca anlatıcı yönetmen, kendi sinemasına dönük ipucu verirken okura, şu ikilemeyi de vurgular bir biçimde: “Temelde benim filmlerimde de yinelenen iki nota budur: yürek dağlayan aşk ve hafiflik.” (92)
Romanın sonunda anlatıcı ile Anna bir başka Roma’da buluşmuş olur; Doğu Roma: “olduğu gibi olan ama aynı zamanda olabilecek her şey olan şehir. Söylenmemiş ve gerçekleşmemiş bütün olasılıkları barındıran şehir.” (125)
FERZAN ÖZPETEK’TEN ROMAN OKURUNA GEÇENLER…
Soy bir sanatçı tutumuna sahip Ferzan Özpetek. Yapıtını dirsekleyip kendini öne çıkarmaya çabalayan pek çok insandan ayrılıyor bu nedenle. Çektiği filminin, yazdığı romanının mutluluğunu yudumlamakla yetinen, bunu kendisine kâr sayan, gerçek sanatçılara yakıştırılabilecek yüce gönüllü bir davranış bu…
Yalın anlatımıyla, kendisi de yapyalın bir roman İstanbul Kırmızısı. Basitlik, sıradanlık biçiminde alınmamalı bu. Ancak yer yer doğrudan anlatıma dayalı bölümlerin, anlatıcı sinemacı ağzından anıya ya da denemeye çalan söylem havası yayması nedeniyle romandaki kurmacayı zedeleyen bir yan taşıdığı söylenebilir. Özellikle “Sinema, Sinema” başlıklı bölümde bu etki çokça duyuluyor bana göre. Sonra motosiklet kazasında ilgi duyduğu bir erkeği yitirmenin hemen ardından Anna’ nın, tam anlamıyla tanımadığı, ancak sıcak tutumundan ötürü içinde ilgi kıpırtılarının yeşerdiği bir sürücünün kullandığı motosikletin arkasında yadırgamaksızın yolculuğa çıkabilmesi, gerçektenlik bağını zedeliyor kanımca.
Bütün bunlara bakarak yeni bir yaşama açılmaya hazır olanların, İstanbul Kırmızısı için de kollarını sıvaması gerekiyor… Hele sinemaya ilgi duyanların özellikle okumasında yarar var Ferzan Özpetek’ in romanını. Geleceğini sinema üzerine kurmaya kararlı bir gencin öz öyküsel anlatısıyla gelişen roman evreni onları derinden kuşatacak çünkü.
O halde bu duru, sıcak romana bir yer açılabilir pekâlâ. Öyle ya, sığlıklar içinde yüzdüğümüz, böyle yaparken de okyanuslar yaratmaya çalıştığımız şu dünyada; en azından bir başlangıç yudumu, ılık bir nefes yaratabiliriz kendimize İstanbul Kırmızısı’ ndan… Laleler de durma göz kırparken kızıl ışıltılarla çevremizde…
CAN YAYINLARI
Alıntı: cumhuriyet.com.tr
https://youtu.be/o2rZNgQloWI
İbrahim Birol, http://ibrahimbirol.blogspot.com.tr/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder