Merhaba Dostlarım,
İdam sırasında idamını bekleyen adamın ve sonucunda olanların hikayesi sizi şaşkına çevirecek. Gerçek bir hikaye. Okuduktan sonra etkisinden uzun müddet kurtulamayacağınız, belki bir kaç kez okumak isteyebileceğiniz bir hikaye.
Hayatın lezzetleri olduğu gibi acıları da vardır. Bu yolda düzlükler olduğu gibi yokuşlar ve inişler de vardır. Hastalık-sağlık, gençlik-yaşlılık, hürriyet-esaret, zenginlik-fakirlik halleri imtihan terazilerinin kefelerini oluşturur. Bazen işler hep rast gider. Siz istemeseniz de işleriniz yolunu bulur, ummadığınız yerlerden imkanlar ve fırsatlar sizi kuşatır.Neler olabileceğini daha önceden kestirmek mümkünmü? Allah bitti demeden, hiç bir şey bitmiş sayılmaz.
Ölüm sebebi gibi görünen hastalıklar, kurşunlanmalar, yanmalar aslında sebep değildirler. Bunlar olunca ölüm vuku bulabiliyor fakat bazen de vuku bulmuyor. Bazen de bunların hiçbirisi olmadan ölüm meydana gelebiliyor. Bu da gösteriyor ki, ölümün tek sebebi vardır o da Allah' u Teala' nın takdir ettiği ecelin sona ermesinden başka bir şey değildir.
Kendinizi Sevin Ve Mutlu Olun...En iyi dileklerimle. Esen kalın.
İdamını Beklerken Kitap Okuyan Adam!
Mareşal Eul Chann-Ming'in özel doktoru olarak Çin'de bulunuyordum. Onun çok güvenini kazanmıştım. Bir yabancı olduğum halde bana karargahta istediğim yere girme izni verilmişti. Bununla beraber günlük politika işlerinden mümkün mertebe uzak kalmaya çalışmama rağmen şehir baskınlarına, esir katliamlarına ve kitle halindeki idamlara defalarca şahit oldum. Fakat Çin'de geçirdiğim 5 yılda bana çok tesir eden en canlı hatıra şu oldu:
Han-Cheou şehrindeydik. O gün 74 mahkum kurşuna dizilecekti. Doktor olduğum için sabah erkenden alana gittim. Ateş emrini verecek genç subay da takımıyla gelmiş bekliyordu. Sonunda tetiklerin her çekilişinde doldurulmuş 12 tüfek birden ateş etmeye başladı. Her ateş emrinden sonra bir çizgi halinde uzanan mahkumlardan biri eksiliyordu. Bu kargaşada sondan ikinci, yani 73. mahkuma gözüm ilişince hayretten dona kaldım. Zira bu zavallı, rahat tavırlarla ve kendini unutmuş halde kitap okuyordu. Evet evet ; kitap okuyordu. Kendisine yaklaşan ölüme aldırmaksızın, çevresini saran faciayı bilmiyormuş gibi kitap okuyordu. Bütün bu korkunç gürültüler; barutun genzi yakan, kanın mideyi bulandıran kokusu onu rahatsız etmiyordu. Bu durumdaki bir insanı böyle bir anda çekebilen kitabı çok merak etmiştim. Her şeye rağmen onunla konuşmaktan kendimi alamadım: "En son dakikalarınızda sizi teselli edecek bir kitap olabilir mi?" Gözlerini okuduğu kitaptan ayırmadan çok güzel bir İngilizceyle cevap verdi: "Ömür boyu edinilmiş tecrübelerin bir anda boş olduğu anlaşılabilir. Öyle ki ölüm yaklaşırken bile."
Bu cevaba söyleyecek hiç bir şey bulamamıştım. Et ve kandan örülmüş böyle bir duvar karşısında nasıl bu kadar sakin olabiliyordu? Çinli 'nin yanından ayrılamıyordum ama o benim yanı başında durduğumun farkında bile değildi.
Genç subayın kılıcı her iniş kalkışta yeni bir mahkumun vücudu delik deşik oluyor ve korkunç şekilde yıkılıyordu. Bütün bunlara rağmen bu esrar dolu insan kılını kıpırdatmadan okuyor, başka alemde yaşıyordu. En fazla otuzunda gözüken genç adamın yüzü parlak, sıhhatli ve renkliydi. Aynı sessizlikle elindeki kitabın sayfalarını çevirirken kendimi tutamadım: "Sizin için bir şey yapabilir miyim? Acaba son bir dileğiniz var mı?" diye sordum. Hayatını kurtarabilmem için yalvarmasını bekliyordum. Ama o başını kaldırarak alaycı bakışlarla beni süzdü. O zaman derin bir uykuda olduğumu anladım. Dalgın ve sakin sesle "Hepimizin ölüm saati önceden tespit edilmiştir. Üniformalı şu genç adam eline hiç de yakışmayan kılıcıyla ölüme emir verdiğini sanıyor. Halbuki yanılıyor doktorcuğum! Siz Allah'ın huzuruna benden önce çağrılabilirsiniz. İnsanlara hayat vermek veya almak hakkını bunlara kim vermiş? Yanılıyorsunuz!" dedi, tekrar gözlerini elindeki kitabına çevirerek okumaya devam etti.
Henüz 46 mahkum öldürülmüştü. Birdenbire genç teğmenin sendelediğini gördüm. Evet, kılıcı elinden düşmüştü; dizleri kıvrıldı olduğu yere yıkıldı. Ne olduğunu anlamak için yanına koştum ama yaptığım muayene işe yaramadı. Kalbi artık çalışmıyordu. Ani ölümle karşı karşıyaydım, sebebi belirsizdi. Dehşet içinde kaldığımı, büyük bir ağırlık altında ezildiğimi duyuyordum. Gözlerim kendiliğinden Çinli' yi aradı, o aynı kayıtsızlıkla kitabını okumaya devam ediyordu. Alanda bulunan başka subay yere düşen kılıcı eline alarak yarıda kalan işe devam etti. Mahkumların sırası gittikçe küçülüyor ve ben soğuk soğuk terlediğimi seziyordum. Dizlerim titriyordu. Çinli' nin ilk söylediği gerçek olmuştu. Ya ikincisi?
Genç subayın kılıcı her iniş kalkışta yeni bir mahkumun vücudu delik deşik oluyor ve korkunç şekilde yıkılıyordu. Bütün bunlara rağmen bu esrar dolu insan kılını kıpırdatmadan okuyor, başka alemde yaşıyordu. En fazla otuzunda gözüken genç adamın yüzü parlak, sıhhatli ve renkliydi. Aynı sessizlikle elindeki kitabın sayfalarını çevirirken kendimi tutamadım: "Sizin için bir şey yapabilir miyim? Acaba son bir dileğiniz var mı?" diye sordum. Hayatını kurtarabilmem için yalvarmasını bekliyordum. Ama o başını kaldırarak alaycı bakışlarla beni süzdü. O zaman derin bir uykuda olduğumu anladım. Dalgın ve sakin sesle "Hepimizin ölüm saati önceden tespit edilmiştir. Üniformalı şu genç adam eline hiç de yakışmayan kılıcıyla ölüme emir verdiğini sanıyor. Halbuki yanılıyor doktorcuğum! Siz Allah'ın huzuruna benden önce çağrılabilirsiniz. İnsanlara hayat vermek veya almak hakkını bunlara kim vermiş? Yanılıyorsunuz!" dedi, tekrar gözlerini elindeki kitabına çevirerek okumaya devam etti.
Henüz 46 mahkum öldürülmüştü. Birdenbire genç teğmenin sendelediğini gördüm. Evet, kılıcı elinden düşmüştü; dizleri kıvrıldı olduğu yere yıkıldı. Ne olduğunu anlamak için yanına koştum ama yaptığım muayene işe yaramadı. Kalbi artık çalışmıyordu. Ani ölümle karşı karşıyaydım, sebebi belirsizdi. Dehşet içinde kaldığımı, büyük bir ağırlık altında ezildiğimi duyuyordum. Gözlerim kendiliğinden Çinli' yi aradı, o aynı kayıtsızlıkla kitabını okumaya devam ediyordu. Alanda bulunan başka subay yere düşen kılıcı eline alarak yarıda kalan işe devam etti. Mahkumların sırası gittikçe küçülüyor ve ben soğuk soğuk terlediğimi seziyordum. Dizlerim titriyordu. Çinli' nin ilk söylediği gerçek olmuştu. Ya ikincisi?
Benim gibi bir ilim adamına hiç de yakışmayan duygusallıkla dehşet içinde kalmıştım. Evet, her şeye rağmen Çinli'nin söylediklerine ben de inanmıştım. Elimde olmadan hayatımdan korkmaya başladım. O sırada hükmün infaz edilişini kontrol etmek üzere Beyaz Rus kökenli bir Çin albayının atıyla yaklaştığını gördüm. Çevreme bakınmaksızın koşarak ona yaklaştım. Atın dizginlerine sarılarak kendisini durdurdum. Hayretle bana bakıyordu. Kendimi toparlayarak sakin bir sesle: "Sayın albay! Beni sevindirmek istemez misiniz?" diyebildim. "Memnuniyetle doktor" diye cevap verdi. Bunu içten söylüyordu. Çünkü kısa zaman önce mühim ve derin bir yarasını tedavi etmiştim. Umutsuz sesle "73. mahkumu bana bağışlayın. Yaşamak onun hakkıdır. Daha o kadar genç ki!" diyebildim. Albay şaşırmıştı, "Çok üzgünüm ama olmayacak bir şey istiyorsunuz aziz doktor." diye cevap verdi. "Mareşalin verdiği emirlerde ne kadar titiz olduğunu benim kadar siz de bilirsiniz." Hakkı vardı, soğukkanlılığımı kaybettiğim için utanmıştım. Ortadan silinmek bütün olanları unutmak istiyordum. Ama o hala kitabından gözlerini ayırmıyor, böylece kendine yaklaşan ölüme meydan okuduğuna inanıyordu. Sıranın kendine gelmesi için sadece 4 mahkum kalmıştı. Kalbim şiddetle çarpıyor gözlerim ondan ayrılmıyordu. Birdenbire tiz bir boru sesiyle ateşkes işareti veren bir emir atlısı dörtnala alana girdi. Albayın yanına gelince dizginleri öyle şiddetle çekti ki , hayvan arka ayakları üzerinde şaha kalktı. Attan atlayan asker albaya bir zarf uzattı. Bu esnada meydanı dolduran cesetler arasında sıralarını bekleyen sadece iki mahkum kalmıştı. Namluların kendine çevrileceği şu anda bile o, hala kitabını okuyordu.
Albay elindeki kağıda aceleyle gözattıktan sonra elini kaldırıp ateşkes emri verdi. Ne olduğunu anlayamadım. Zihnim hep onu düşünüyordu. Sonunda albayın bana işaret ettiğini gördüm, yanına gidince "Koruduğunuz adamın talihi iyiymiş doktor, gelen emir ona ait." dedi. Artık tek kelime söylenemezdi. Sevinç ve heyecanla ona doğru yöneldim. Sanki kurtulan bendim. Bu müstesna insan sarsılmaksızın dimdik duruyor; kitabı elinden sarkarken gözleriyle uzaklara, pek uzaklara bakıyordu. Sanki bu topraklardan ötesini görmek istiyordu. Kıpırdamayan çehresinde ne korku, ne sevinç izleri seziliyordu. Çevremde her şey dönüyordu, sonunda gözlerimin önünden o da silindi. Fazla bir şey hatırlayamıyorum. Kendime geldiğimde kaybolmuştu. Onu tanımayı çok istediğim halde onu hiçbir zaman göremedim. Hala yaşadığını sanıyorum, çünkü ben de yaşıyorum
Kaynak: Dahi Beyin Blog
Güzel Sözler : Kendi acımız, bize başkalarınınkini bölüşmeyi öğretir.
İbrahim Birol, http://ibrahimbirol.blogspot.com.tr/
11 Ekim, 2016, Antalya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder