Merhaba Gönül Dostlarım,
İki gündür sizlerle paylaştığım" Öyle Bir Yaşam ki Alkışa Değer" konu başlıklı her iki yazı, sizler tarafından çok beğenilmiş olmalı ki görüntü ve beğenileri Bloğumun bugüne kadar görebildiği en büyük sayılara ulaşmış oldu. Yazıları büyük bir sabırla ve özveri ile okumanızdan dolayı tüm Gönül Dostlarıma saygılarımı ve şükranlarımı yolluyorum... sizlerden gelen beğeniler sayesinde yazılarıma büyük bir şevk ile devam edebiliyorum.
Konuya gösterdiğiniz ilgileriniz , bana toplum olarak Engellilere karşı ne kadar fazla hassas ve duyarlı olduğunuzu bir kez daha kanıtlamış oldu.
Bugünkü yazıma başlamadan evvel, benim, Anne ve Babalara çevremizde bulunan her yaştaki Engelli vatandaşlarımıza daha duyarlı davranmaları ve çocuklarını bu konuda eğitmeleri adına birkaç naçizane tavsiyem olacak.
Sevgili Anneler ve Babalar...
Biliyor musunuz?...!!!
Her yıl çeşitli yaşlarda 770 Engelli öğrenci...
Sırf Bizim... Çocuklarımıza " Engelli arkadaşlarına nasıl davranmaları gerektiğini" öğretmediğimiz ve yeterli eğitmediğimiz için... Okulunu bırakıyor..
Çocuklarımıza... Duyarlı olmayı, vicdanlı olmayı, Engelli arkadaşlarına nasıl davranmaları gerektiğini ve insanları sevmeyi; bir kaç kez ANLATALIM. LÜTFEN !!!
Önce toplum olarak Engellilerle aramızdaki engelleri kaldırabilelim ki, daha hoş görülü ve sağlıklı bir yaşam ve ortam oluştura bilelim.
Önce Kendinizi Sevin sonra da Sevdiklerinizin ve sahip olduklarınızın değerini bilin ki, Mutluluğunuz daim olsun... En iyi dileklerimle. Esen kalın..
Engelleri Aşabilmek...
Aşağıdaki sorulara kaç ta kaçımız Evet diyebiliyoruz. Benim tavsiyem bu soruların bazılarını evinizde çocuklarınızla ve yakınlarınızla eğitim amaçlı uygulaya bilirsiniz.
“Siz hiç tekerlikli sandalyede oturup koşmayı denediniz mi?
Siz hiç gözlerinizi bağlayıp annenizi görmeyi denediniz mi?
Siz hiç kollarınızı bağlayıp birinin size yemek yedirmesini, su içirmesini beklediniz mi?
Siz hiç konuşmayıp şarkılar söylemek istediniz mi?
Siz hiç duymayıp kordon da martıların sesini dinlemek istediniz mi?
Siz “zihinsel engelli” yerine “geri zekalı” ya da “deli” demeyi mi tercih ediyorsunuz?
Siz hiç engelli bir yakınınıza, arkadaşınıza baktınız, ilgilendiniz ve ona yardımcı oldunuz mu?
Siz hiç gözlerinizi bağlayıp annenizi görmeyi denediniz mi?
Siz hiç kollarınızı bağlayıp birinin size yemek yedirmesini, su içirmesini beklediniz mi?
Siz hiç konuşmayıp şarkılar söylemek istediniz mi?
Siz hiç duymayıp kordon da martıların sesini dinlemek istediniz mi?
Siz “zihinsel engelli” yerine “geri zekalı” ya da “deli” demeyi mi tercih ediyorsunuz?
Siz hiç engelli bir yakınınıza, arkadaşınıza baktınız, ilgilendiniz ve ona yardımcı oldunuz mu?
Siz hiç küçük bir çocuğu tekerlikli sandalyesinden kucaklayarak alıp belediye otobüsüne bindiniz mi?”
kaynak :http://blog.milliyet.com.tr/-engelleri-asabilmek--/Blog/?BlogNo=276792
kaynak :http://blog.milliyet.com.tr/-engelleri-asabilmek--/Blog/?BlogNo=276792
Türkiye' de Engelli Olmak
İstanbul'da yaşadığım yıllardı. Yabancı bir ülkeden gelen konuğum olduğunda şehri dolaşırken, hemen her defasında duyduğum şu cümlelerle irkilirdim: "Türkiye çok şanslı, herhalde çok az engellisi var".
"Neden?" diye sorduğunuzda ise yanıt belliydi: "Çünkü saatlerdir dolaşıyoruz, ama tek bir engelli bile göremedik sokaklarda". Evet... Gerçekten görmüyorduk. Ama bunun hiç de övünülesi bir şey olmadığını onlara nasıl anlatacaktık? Türkiye'de engelliler iki nedenle sokaklarda görünmezlerdi: Bunun birinci nedeni, şehrin engelli insanlar açısından balta girmemiş ormanlar kadar tehlikeli ve hesaplanamaz olmasıydı. Fiziksel engelliyseniz, sokaklarda diz boyu kaldırımlardan inmek ya da çıkmak için sürekli birilerinin yardımını istemek zorunda kalırdınız. Görme engelliler için çukurlar, direkler, hiç hesapta olmayan bazı girintiler çıkıntılar hayatı bezdirici hale getirirdi. İşitme engelliler için ise kural tanımayan trafik, bir türlü hesap edilemeyen ve düzensiz ulaşım her an bir kaza nedeni oluşturabilirdi. Engelli insanların sokaklara çıkmayışının ikinci nedeni ise korunma içgüdüsüydü. Her şeyden önce toplumun engelli insanlara bakışı engelliydi. Engelliler işe yaramayan, ortalıkta sadece görünüp var olmalarıyla birlikte bazı şeylerin doğal akışını aksatan birileri olarak görülürdü. Dolayısıyla engellilerin aileleri, onları korumak için sokaklara bırakmazlardı.
Buradan yola çıkarak da, toplumda insanların "normal" ve engelli diye ayrıldığı ortamda "normal insanların" "engelli insanlara" karşı olan tavırları da üçe ayrılırdı: Ya çok ender gördükleri bu garip yaratığa bir uzay canlısı gibi uzun uzun bakarlar, hatta çocuklar sesli yorumlar yaparlardı. Mesela, "Anne şuna bak? Neden öyle gidiyor?" Türkiye'de bir engelli sokağa çıkmışsa, karşılaşması muhtemel ikinci tavır, kendisine karşı diğerlerinden gündeme gelebilecek bir tür üstü örtülü kızgınlık duygusu olurdu. Eğer hakkını arar, mesela diğerleri gibi bir markete girmek, ya da masalarla, sandalyelerle, park eden otomobillerle daracık hale getirilen bir kaldırımdan geçmek isterse, arkadan şu lafları işitebilirdi; "kardeşim otursana evinde ne işin var böyle sokaklarda?" Üçüncü muhtemel tavır ise "acıma" duygusu olurdu. "Vah vah, zavallı. Kimbilir ne kadar zordur hayatı." Ve bunun devamında da, bir tür merhamet duygusunun tezahürü olarak, mesela tekerlekli sandalyeyle yaşıyorsanız birileri gelip sizi ittirmeye çalışabilirdi. Elbette sırf yardım olsun diye... Bu nedenle de engelliler, Türkiye'de evlerde, güneşten ve hayattan uzak, ailelerinin ve dar çevrelerinin koruması altında yaşar giderlerdi. Bütün bunları "geçmiş zamanda" yazdığıma bakmayın. Bu şimdi de böyle. Oysa resmi rakamlara göre Türkiye'de her on kişiden biri, bir şekilde engelli. Yani yaklaşık yedi milyon kişi! Yedi milyon kişinin topluma kazandırılamamasının yarattığı toplumsal israfı düşünebiliyor musunuz?
Günün Sözü :
" Karakter kolaylık ve sükûn içinde geliştirilemez. Sadece denenme ve acı çekme yoluyla ruh güçlenebilir, görüş berraklaşır, istek körüklenir ve başarı elde edilir.". Helen Keller
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder